Muharrem ayı; hicrî takvimin ilk ayı olarak Efendimiz’in (sav) dilinde Allah’ın ayı diye anılmış, Kur’an’da ise haram aylardan sayılmıştır. Zaten adı da bunu ifade etmektedir. Hz.İbrahim’den (as) beri haram aylar olarak bilinen muharrem, recep, zilkade ve zilhicce olarak bu dört ay, savaşın bile yapılmadığı haram aylardır. İnsanlık tarihi içinde dünyevi kaygılarla bazen buna uyulmadığı da olmuştur. Fakat genelde en azından yılın üçte birine tekâbül eden yaklaşık 120 gün, savaş dışı kalınabilmiştir. Bugünkü medenî! dünyanın bu kadar savaşsız günü bile olamadığı düşünüldüğünde, eşhur’ul hürum un anlamı daha net anlaşılmaktadır.
Bir yılı meydana getiren aylarla ilgili Kur’an-ı Kerim ‘’Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah’ın yazısına göre Allah katında ayların sayısı on iki olup, bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu doğru hesaptır. O aylar içinde ( Allah’ın koyduğu yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin ve müşrikler sizinle nasıl topyekün savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekün savaşın ve bilin ki Allah ( kötülükten) sakınanlarla beraberdir.’’ (Tevbe, 9/36 ) buyurmakla takvim yılının on iki ay olarak belirlenmesinin ilâhî bir takdir ile düzenlendiği görülmektedir. Yılın içindeki haram ayları da Allah belirlemiştir.
Yılın on iki ayı içinde muharrem ayının özel bir yerinin olduğu izahtan vârestedir. Muharrem ayının onuncu gününe denk getirilen ilâhî inayet ve yardımlara bakıldığında bugünün seçilmesinin tesadüflere verilemeyeceği aşikârdır. Özellikle on peygambere muharremin onu olan aşure gününde verilenler, bu ayın Allah nezdindeki kıymet ve değerini anlamaya yetecek seviyededir. Fecr Suresi’nde Allah’ın yemin ile anlattığı on gece (89/2) hicrî takvimde bulunan üç on geceden birisi de muharrem ayının ilk on gecesi olduğu da bilinmektedir. Diğer ikisi de; ramazan ayının son on gecesi ile zilhicce ayının ilk on gecesidir. Bu gecelerin diğer gecelerden daha üstün ve kıymetli olmaları, elbette ki bu gecelerde cereyan eden olayların kutsiyeti ile alakalıdır. İlk ikisi bayramlarla biterken, muharremin ilk on günü de aşure günü ile bitmektedir.
Aşure günü; anlam itibarıyla muharrem ayının onuncu günü manasına gelen aşere (10) kelimesinden türetilmiştir. Daha sonraları bu kelime Hz.Nuh’un(as) gemisinin tufan sonrası muharremin onuncu gününde Cudi Dağı’na oturması ile, gemide kalan son malzemelerden pişirilen yemeğin adı olmuştur. Aşure; bugünkü kullanımı ile muharrem ayının onuncu günü olmaktan çok, o tarihi yemeğin adı olarak öne çıkmıştır. Hicretin 61. yılında Kerbela’da cereyan eden o üzücü olaya kadar aşure günleri hep bir sevinç ve eğlence günleri olarak geçirilmiştir. Aşure gününe bütün ilâhî dinler kutsal bir gün olarak bakmışlar ve o günde, başta oruç tutmak üzere diğer ibadetlere de önem vermişlerdir. Bi’setten önce Efendimiz’in (sav) de Mekke’de Hanif dinine uyarak muharrem orucu tuttuğu bilinmektedir.
Efendimiz (sav ) Medine’ye hicret ettiklerinde, Yahudilerin muharrem ayının onuncu gününde oruç tuttuklarını duyunca sebebini sormuştur. Onlar da Hz. Musa (as) muharrem ayının onuncu gününde Firavunun zulmünden bir mucize ile kurtulduğunu, dolayısıyla bir şükür nişanesi olarak oruç tuttuklarını söylemişlerdir. Bunun üzerine Efendimiz (sav ) ‘’Biz Hz. Musa’ya (as ) onlardan daha lâyıkız‘’ buyurarak, aramızda bir benzerlik olmaması için sadece onuncu günü değil beraberinde ya dokuzuncu veya on birinci günü de katarak oruç tutulmasını tavsiye etmiştir.
Her ne kadar Efendimiz’in(sav) Mekke’den Medine’ye hicret etmesi rebiülevvel ayında gerçekleşmiş olsa da, Hz.Ömer’in (ra) hilâfeti döneminde kararlaştırılan hicri takvimde, başlangıç ayı olarak muharrem ayının tesbit edilmiş olması kadim bir geleneğin devamı olarak önem arz etmektedir.
Hz.Hüseyin (ra) efendimiz ve aile efradından yetmiş masum insanın hunharca Kerbelâ’da şehid edilmesi de muharrem ayının onuncu gününde vuku bulmuş; bu, muharrem ayını sevinç ayından hüzün ayına dönüştürmüştür. Sinesinde kalp taşıyan kadın-erkek her müslüman, ciğerleri dağlayan bu üzücü olaya gözyaşı dökmüş ve böylece her yılın muharremleri mateme dönüşmüştür. Nasıl olmasın ki; Efendimiz’in (sav) ehl-i beytini sevmek her müminin aslî vazifesidir. Bu aynı zamanda Kur’an’da Allah’ın fermanıdır. ‘’ İşte bu, Allah’ın iman edip makbul ve güzel işler yapan kullarına verdiği mutluluk müjdesidir. De ki: Ben bu risalet ve irşad hizmetinden ötürü, sizden akrabalık sevgisinden başka beklediğim hiçbir karşılık yoktur. İşte kim böyle bir sevgi olsun, başka iyi işler olsun gerçekleştirirse, Biz de onun o iyiliğinin sevap ve mükâfatını kat kat artırırız. Çünkü Allah Gafurdur, Şekûrdur.’’ (Şûra,42/23)
Ayrıca, Efendimiz (sav) Veda Hutbesi’nde ‘’Ben size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız sürece dalâlete düşmezsiniz. Bunlardan biri Allah’ın kitabı, ikincisi de ehl-i beytimdir.’’ Diğer bir rivayette sünnetimdir, buyurmaktadır. Bu ayet ve hadisler ışığında Efendimiz’in (sav) ehl-i beytine muhabbet duyulması müminler için fıtrî bir görevdir. Günümüzde ehl-i beyti Seyyitler ve Şerifler temsil etmektedir. Efendimiz (sav) ‘’Her nebinin soyu kendinden, benim neslim Fatıma’dandır.’’ buyurmasından anlaşıldığı gibi Hz. Hüseyin’in (ra) soyundan gelenlere seyyid, Hz. Hasan’ın (ra) soyundan gelenlere de şerif denir. Bu temiz nesillerin İslam dinine sahip çıkmaları Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin değerlendirmesine göre cibillîdir. Asırlar bunu asla değiştiremez.
Geçen on beş asır içinde İslamî olan her şeye farklı yorumlar yapan Şiî dünyası, Hz.Hüseyin (ra) efendimizin şehadetine de ifratkâr bir yaklaşımda bulunarak, olayı şirazesinden saptırmışlardır. Matemi abartarak pek çok bid’atın ortaya çıkmasına sebep olmuşlardır. Muharremin onunda kan akıncaya kadar zincirlerle sırtların dövülmesi gibi hiçbir dinî temele dayanmayan asılsız ve de samimiyetsiz matem gösterileri muharrem ayına damgasını vurunca, ehl-i sünnet camiası da muharremin gerçek yüzünü unutarak ayrı bir tefritin içine düşmüştür. Şiî dünyası ile aynı karede görünmemek için Sünnî dünya, muharrem ayında yapılması gerekenlerden de taviz vermeyi tercih etmişlerdir. Bundan daha büyük ve kasıtlı yanlışları da Hz. Hüseyin Efendimizi şehit edenlerin Sünni dünyadan gözükmeleri ise Şiilerle Sünniler arasında olmaması gereken bir soğukluğa sebebiyet vermiştir.
Bütün bu tarihî süreçte yapılan yanlışlıkları bir tarafa bırakarak, muharrem ayında bir müminin yapması gerekenlere yeniden dikkatleri çekerek; bir taraftan özellikle muharrem ayının ilk on gününü gündüzleri saim, geceleri kaim şekliyle ihya etmek gerekmektedir. Geride kalan yirmi gün ve gecesini de Efendimiz’in (sav) sünnetine uyarak’’ Ramazandaki farz oruçtan sonra en çok oruç tuttuğu ay muharrem ayıdır.’’(Müslim) Böylece muharrem ayının hakkını vererek bizden hoşnut olarak ayrılmasını sağlamak mümince bir davranış olur.
Bugün Hizmet Hareketi; insanlığın ortak kültürü olan aşureyi yeniden canlandırma adına her yıl muharrem ayının onunda insanlara ulaşma ve hediyeleşme vesilesi yaparak ihya etmesi çok çok önemlidir. İnsanlık ortak paydasında buluşan Hz.Adem’in(as) evlatları eğer dünyayı yaşanır halde tutmak istiyorlar ve barış içinde yaşamak niyetleri varsa birbirlerine aşure ikram ederek buluşmaları iyi bir başlangıçtır.
Not: Bu yazıyı yazdığım saatlerde, İngilizce öğretmeni olan oğlum ve gelinim annelerinin yaptığı aşureyi komşularımıza ikram etmekle meşgul idiler.
Dr. Hüseyin Kara