Sebeplerin bütünüyle tükendiği, mumun bitip tahtaya dayandığı ve çaresizliğin baş gösterdiği zamanlarda bile Allah’a yürekten inananlar kendilerini asla çaresiz kalmış saymazlar. Zira bilirler ki sebepleri de yaratan müsebbib-ül esbab olan Birisi vardır ve O, dergahına kalkan elleri hiçbir zaman geri çevirmez. Muzdar durumda kalan kullarının taleplerini duyup onlara cevap vereceğinden çok emin bir şekilde yalvaranlar bilirler ki her şeye gücü yeten bir Rabb-i Kerim’den istemekteler ve O, kulunun ahvalini en ince ayrıntısına kadar görmektedir. O’nun hazinesinde yok, yoktur. Yeter ki muzdar kul istemesini becerebilsin. Yürekten bir yakarış sergileyebilsin.
Allah’ın, en çok sevdiği kullar olan, peygamberlerini, çoğu zaman ağır imtihan ve belalara maruz bırakmak sureti ile, muzdar bir dille nasıl inlenilmesi gerektiğini ümmetlerine öğretmiş olduklarını Kur’an’daki kıssalarda görmekteyiz. Bela ne kadar ağır olursa olsun peygamberler, ona sabretmesini bilen halis kullar olmaları itibarıyla, derinden derine inlemeleri, Allah’a olan naz ve niyazları ile bizlere bu dersi vermektedir. İnsanların bugün bile, hastalık ve şifa kelimelerini duyunca ilk hatırladıkları isim Hz. Eyyub Aleyhisselamdır. Ateşe atılmadan bahsedilince ilk hatırlanan Hz. İbrahim Aleyhisselam olur. Gemiden gecenin karanlığında denize atılma olayını duyanlar hemen Hz. Yunus Aleyhisselam'ı hatırlarlar. Peygamberler tarihinde bu çeşit olaylara çokça rastlanmasının ortak bir sebebi vardır. O da; herkes seviyesine göre darda kalabilir, buna karşı takınılacak mümince tavır, peygamberanî bir davranış olmalıdır. Allah, dermanını yaratmadığı derdi kullarına vermeyeceğine göre, sebepler tükense de her şeyi yoktan var etme kuvvetinin yegane sahibi olan Allah vardır. Havl ve kuvvetin sadece O’na ait olduğunu bilmek ve öylece inanmak muzdar kulları rahatlatır. Öyleyse, ne gam!
Bu imtihan dünyasında insanların, özellikle müminlerin, çile ve ıstırapları imanları ölçüsünde cereyan eder. Madem belaların en şiddetlileri enbiya-yı kiramın payına düşmüş, ondan sonra da onların nurlu yolunu takip edenlere sırasıyla verilmiştir, öyleyse asıl tehlike belasızlık gibi gözükürken, çakırkeyif bir dünya yaşantısı müminler için en tehlikeli bir hayat gözüküyor. Bu yolun büyük kametleri bu tür bela ve musibetlerden şikayet etmek şöyle dursun, sıkıntısız geçen günlerine hayıflanır ve kendilerinden endişe ederlermiş. Acaba bu kadar uzun bir rahatlığın arkasında terk edilmişlik olabilir mi diye tir tir titremişlerdir!
Allah, Kur’an’da muzdarı tarif ederken şöyle buyuruyor: ‘‘ O nesneler mi üstün yoksa, MUZDAR olup Kendine yalvaran insanın duasını kabul edip sıkıntısını gideren ve sizi dünyada halifeler yapan Allah mı? Hiç Allah ile beraber başka tanrı mı olur? Elbette olmaz. Ne de az düşünüyorsunuz.’’ ( Neml, 27/62) Bazen çaresiz kalmak insan için ne kadar normal bir hadise ise, Allah’ın hiç beklenmedik anlarda bile darda kalan kullarına çareler yaratıp onların imdadına koşması da o kadar normaldir. Çünkü kulların sınırlı güçlerine karşılık, Rabb’in sınırsız ve sonsuz güç ve kuvvetin sahibi olduğu ancak böyle durumlarda ortaya çıktığına şahit olunur. Mümin, acizliğini en derinden hissettiği zamanlarda daha içten kulluk yapma ihtiyaç duyarken, kendini güçlü zannedenlerin ise kulluk yapma ihtiyacını hissetmeyip firavunlaşma yolunu tuttukları çok görülmüştür. Bu insanın fıtratında var olan ve inkarı mümkün olmayan bir duygudur. Onun için acziyet kulluğun kamçısıdır. Onu sürekli hissederek, kulluğuna da o istikamette süreklilik kazandıranlar hep mesafe katederken diğerleri de yalancı güçlerine kapılıp yollarda kalırlar.
Hz. Bediüzzaman’ın muzdar bir dil ile yalvarış ve yakarışlarına bakıldığında, acziyetini ne kadar derinden hissetiği görülmektedir. ‘‘ Ya Rabb! Garibem, bîkesem, zaifem, nâtuvanem, alilem, âcizem, ihtiyarem, bîihtiyarem, el-emângûyem, afcûyem, mededhâhem; zidergâh et ilâhî!’’ (Mektubat, 6.Mektup) Gurbetler içinde gurbet yaşadığı bir vakitte içini Rabb’ine bu ifadelerle döken Üstad, dertlerinin dermanını da yine kendisine gurbetleri Yaşatan’dan bekliyor. ‘‘Hasbunallahu ve ni’mel vekil’’ ayetini kılavuz yaparak bir ünsiyet arayıp buluyor. Kulun Allah’tan şikayeti; ancak ham ruhların şe’ni iken, hakiki kullar ise kendi güçsüzlüklerini ve hiçliklerini Allah’a şikayet etmeyi hep tercih etmişlerdir. Hz.Yakup (as) gibi, ‘‘ Ben, sıkıntımı, keder ve hüznümü sadece Allah’a arz ediyorum. Hem sizin bilmediğiniz birçok şeyi Allah tarafından vahiy yolu ile biliyorum dedi.’’ ( Yusuf,12/86)
İnsanı baskılayan dertler, üzüntü ve kederler ne kadar amansız, insanlara zulmeden zalimler de ne kadar imansız ve insafsız olsalar da; bütün bunlardan kurtulmanın tek yolu Allah’a iltica etmekten geçtiğini en iyi bilenlerden birisi olan Mevlana Celaleddin; ‘‘O, ben senin Rabbin değil miyim?’’ dedi. Sen ‘‘Evet, Rabbimsin.’’ dedin. Evet, demenin şükrü nedir? Bela çekmektir. Belanın sırrının ne olduğunu bilir misin? O, Allah’a karşı fakrını hissetmenin ve Allah’a dayanmadıkça hiçliğini bilmenin yollarıdır.’’ (Mesnevi) demektedir.
Anadolu kültüründe ‘‘Allah’ın azabından sonra devletin gadabı gelir.’’ denilir. Allah kullarını çok farklı yollarla imtihan ederken bazen da zalim kulları bu işlerde kullanır. Devletin gücünü kendi gücü olarak vehmeden zavallılar, bunu güçsüzler üzerinde bir baskı aracı olarak kullanmak sureti ile akıl almaz zulümler irtikâp ederler. Beşer tarihinde, adalet ve insaf duygusunun olmadığı insanlar, müslim-gayr-i müslim fark etmeksizin, zorbalığa başvurmuşlar ve pek çok insanı çaresizlik içinde kıvrandırmışlardır. Ruhları zalimliğe evrilmiş olanlar kendilerini alternatifsiz gördüklerinden, asla karşı güç tanımazlar. ‘‘Alternatif gibi görünen her güç ne pahasına olursa olsun ortadan kaldırılması gerekir.’’ tezinden hareketle akla hayale gelmedik kötülükleri yapmaktan geri durmazlar. Makam hırsı, para ve kadına karşı zaaflardan beslenen insanlık dışı duyguların esaretindeki zalimler, mazlumlara dünyada cehennem yaşatmışlardır. Kıyamete kadar da bu devam edeceğe benziyor.
Bugün itibarıyla; Hizmet Hareketi mensuplarının özellikle son dört yıldır yaşadıkları mağduriyet, mahkümiyet ve mazlumiyetlere bakıldığında, dün Haccac-ı Zalim’in, Yezid’in, Saddam’ın yaptıklarına benzer büyük bir zulüm ile karşı karşıya kaldıkları görülmektedir. O günün mazlumlarının da bir kısmı hayatını kaybetti, inşaallah şehid oldular, bir kısmı yaralandı, pek çoğu da zindanlarda kaldı. Bugün yaşananlara ne kadar da yakın! O günün zalimleri ile bugünün zalimleri arasında fark olmadığı gibi o günün mazlumları ile bugünün mazlumları arasında da fark yoktur. Dünyada, beşer adaleti bu zulümleri ta’dil etmeye yetmeyeceğinden zalimler ile mazlumlar Allah’ın yüce adaletinin cereyan edeceği mahkeme-i kübrada buluşacakları ana kadar mazlumların sabretmeleri gerekecek.
Aslında bugün bizlere düşen görev; bu zulümlere sebebiyet veren zalimlere takılmadan, onlarla dillerimizi kirletmeden, muzdar bir gönülle, ıslahları mümkün ise zalimlikten vazgeçip kurtulmalarına, değilse Allah’a havale edilmelerine içten bir yakarışla dua etmektir.
Dr. Hüseyin Kara