Ümmet; kavram olarak, cemaat, kavim, taife, bir peygambere inanıp onun yolundan giden insanların hepsi veya aynı dili konuşan millet anlamları taşımaktadır. İnsanlık tarihinde daha çok dini hüviyet arz eden ve bir peygamber riyasetinde oluşan toplulukların ümmet mefhumunun içini doldurduğu müşahede edilmektedir. Bu sebepledir ki; Allah’ın gönderdiği bütün peygamberler, dillerini bildikleri kavimlerde görev yapmışlardır. ‘‘Biz her peygamberi kendi milletinin lisanı ile gönderdik, ta ki onlara hakikatleri iyice açıklasın. Artık, Allah dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir. O, Aziz’dir, Hakim’dir.’’ ( İbrahim, 14/4 ) Bu ilahi icraatın en büyük istisnası şüphesiz, ümmet-i Muhammed’dir. Hatem-ul enbiya olarak gönderilen Efendimiz (sav), Arap milletinin içinden çıkmış olmasına rağmen sadece Arapça konuşan milletlerin değil bütün insanlığın, hatta cinlerin de peygamberi olması (Rasul-us-sakaleyn) ile eşsiz bir konuma sahiptir.
‘‘Ey Rasulüm! Biz Sen’i bütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik. Lakin insanların ekserisi bunu bilmezler.’’( Sebe, 34/28 ) Bu ayetin beyanına göre, Miladi 610 yılının Ramazan ayında Hira Sultanlığı’nda ve Kadir Gecesi’nde ilk inen ayet ile başlayan İslam dini, yeryüzündeki bütün insanların ortak dini olarak gelmiştir. Onun için de, daha önce gönderilmiş ve tahrif edilmiş olan bütün kutsal kitapların ve dinlerin hükümleri ortadan kaldırılmıştır. ‘‘ Kim İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki bu din asla ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette ziyan edeceklerden olacaktır.’’(Al-i İmran, 3/85) Allah bu fermanı ile, yeryüzündeki bütün kullarını bir dinin çatısı altında bir araya gelmeyi, icbar olmaksızın teklif buyurduğundan, daha önce gönderdiği bütün dinlerin hükümlerini neshetmiştir.
‘‘Allah katında hak din, İslam’dır. O ehl-i kitabın ihtilafları, kendilerine gerçeği bildiren ilim geldikten sonra, sırf aralarındaki haset ve ihtiras yüzünden olmuştur. Allah’ın ayetlerini inkar edenler bilsinler ki, Allah onların hesabını çabuk görür.’’ ( Al-i İmran, 3/19) Ve o günden bu yana yeryüzünde yaşayan bütün insanlar ümmet-i Muhammed (sav) kapsamında değerlendirilmektedir.
İslam dininin, diğer muharref dinlerden farklı olarak, kutsal kitabı olan Kur’an-ı Kerim’in korunmasını Allah kendi uhdesine aldığından, insanların onu bozmasına müsaade etmemiştir. ‘‘Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur’an’ı Biz indirdik. Onu koruyacak olan da Biz’iz.’’ ( Hicr, 15/9 ) Allah, kıyamete kadar hiç bir gücün bozamayacağı İslam dinini son kez Efendimiz’in (sav) peygamberliğinde göndererek, insanları ve cinleri bu dine davet etmiştir. Bu kutsi davete icabet eden talihli ümmete, ümmet-i icabet denir. Geride kalan fakat henüz bu davete icabet edememişlere de ümmet-i davet denilmektedir. İnsanlığın hal-i hazır durumunu bu tasnife göre değerlendirdiğimizde; dünyada yaşayan yedi buçuk milyar insanın bir buçuk milyarının müslüman olduğunu, altı milyarının da gayr-i müslim olduğunu kabul edersek, bugün müslüman olanlar ümmet-i icabet, gayr-i müslimlerin hepsinin de ümmet-i davet olduğu söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında; İslam dininin evrenselliğinin, peygamberinin ve kutsal kitabı olan Kur’an’ın evrenselliğinden kaynaklandığı görülecektir. Bundan dolayı İslam dini; ne bazı dinler gibi ırka dayalı, ne de diğer dinler gibi bölgesel ve yöresel özellikler taşır. Tam tersine, insan olan herkese ortak hitap ederek, onları Allah’ın son dinine davet eder. İnsanların ne dilinin ne de renginin veya sosyal statü farklılıkları asla dine davette ayrımcılık sebebi olmamıştır. Dünyanın değişik coğrafyalarında, farklı dil ve renkte müslüman olan insanların varlığı bu gerçeği çok açık bir biçimde ortaya koymaktadır.
Yeryüzündeki bütün insanların Hz. Adem’in (as) ve Hz. Havva’nın evlatları olmaları hasebiyle, insanlık ortak paydasından hareketle üstünlük sadece imandaki takvaya hasredilmiştir. ‘‘Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülalere ayırdık. Şunu unutmayın ki Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvada en ileri olanıdır. Muhakkak ki Allah her şeyi mükemmelen bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır.’’(Hucurat, 49/13) Başlangıçta insanların tertemiz bir fıtratla dünyaya gelmiş olmaları( Buhari-Müslim) avantajını da kullanarak mevcut ümmet-i icabetin her zaman ümmet-i daveti müslümanlığa imrendirecek bir konumda olması elzemdir.
Bugünkü haliyle ümmet-i icabet, geçmiş dönemlerde olduğu gibi, tebliğin ve temsilin dilini kullanarak ümmet-i daveti müslümanlığa özendirecek konumdan çok uzakta bulunmaktadır. Bu durum, aslında gerçek müminler için büyük bir üzüntü kaynağıdır. Çünkü Allah; ‘’....Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.’’ (Al-i İmran, 3/139) buyuruyor. Nasıl olmasın ki; hem son dinin mensupları, hem son peygamberin ümmeti, hem de son kitabın muhatabı olmalarına rağmen, geri kalmış üçüncü dünya ülkeleri katagorisinde yer almaları, onları İslam’ı temsil ve tebliğden uzak tutmaktadır. Bu olumsuz durum herkesten daha çok mübarek merkadinde, Efendimiz’in (sav) ruhaniyetini ta’zib etmektedir. Çünkü, on beş asırdır ümmet-i icabetin bu derekeye düştüğü hiç görülmemiştir. Hele son üç asır var ki, tamamen yarıştan çekildiği, temsilin ve tebliğin dilini kullanmayı büyük oranda bıraktığı gözlenmektedir. Bu menfi manzaraya bir de 1924 sonrası başsızlık ilave edildiğinde, gelinen noktanın alem-i İslam’ın dağınıklığını körüklediği izahtan varestedir.
Risalet, Efendimiz’in (sav) ruhunun ufkuna yürümesi ile sona ermiştir. Yerine ikame edilen hilafet ise gerçek manası ile otuz yıl sürmüş ve ardından saltanata dönüşmüştür. Bu durum zaten ihbarat-ı gaybiye olarak biliniyordu. Fakat buna rağmen düşe kalka da olsa bu kadarlık bir baş bile ehl-i sünnetin ayakta durmasını sağlıyor ve dağılmayı bir yere kadar önlüyordu. 1517 sonrasında Osmanlı’ya geçen hilafetin uzun bir müddet iyi bir konumda temsil edildiği söylenebilir. Fakat son asırlarda Batı dünyasının sanayi devrimini gerçekleştirip, gerekli olan petrolün memalik-i Osmaniye’de olması Devlet-i Aliye’nin yıkılması kararını netice vermiştir. İçeriden ve dışarıdan yapılan hile ve tuzaklara dayanamayan Devlet-i Aliye, Birinci Dünya Savaşı’nda yıkıldıktan sonra, yerine kurulmasına müsaade edilen Türkiye Cumhuriyeti, hilafeti kaldırma şartı ile ruhsatlandırılmıştır. O zamana kadar yeryüzündeki ümmet-i icabetin içindeki ehl-i sünnet müslümanlar hilafete, Şiiler de imamete bağlı olarak yaşıyorlardı. Bugün gelinen durumda, başsızlığın getirdiği dağınıklık her yönü ile müminlerin aleyhinde işlemekte ve yeniden toparlanma gecikmektedir. Bu saatten sonra ehl-i sünnetin hilafeti yeniden tesis etmesi hiç de kolay gözükmüyor. Güçlülerin planları ile zaman içinde ayrılıkların derinleştirildiği İslam aleminde hilafetin yerine kurulan İslam Birliği Teşkilatlarının, bekleneni ifa edemediği de ayrı bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır. Ümmet-i icabetin öşrü kadar bir kalabalığa sahip olan Şia dünyasının ise, imameti 1979 sonrası daha güçlü bir biçimde sürdürdüğü görülmektedir.
Ayrıca; İslam dininde ilim, kadın-erkek her müslümana farz olmasına rağmen, bugün ümmet-i icabetin bilgi toplumu olamayışı da büyük bir eksikliktir. Çünkü, ilim teknolojiyi, teknoloji de servet ve üstünlüğü doğurduğundan, sosyal statü açısından geride kalanlar, ekonomik olarak gelişemeyen topluluklar, kendilerinden ileride olanlara asla örnek olamazlar. Hele İslam’ın dırahşan çehresini karartmak için maksatlı hareket eden mümin görünümlü münafıkların dine ve dindara verdikleri zarar, düşmanların verdiği zararlardan daha fazladır.
İslam aleminde tıkanan önemli ilim kanallarından bir diğeri de, dini ilimlerdir. İçtihad kurumunu çalışamaz hale getirecek kadar ilimlerde yozlaşma yaşanmış ve müslümanlar gelişen yeni şartlara uyum sağlayamaz hale düşürülmüştür. Dolayısıyla bu durum, İslam dinine en büyük zararı bu yolla kendi müntesiplerinin verdiğinin en net resmidir. Devlet-i Aliye-i Osmaniye’nin yıkılışından sonra başsız ve sahipsiz kalan ehl-i sünnet camia, büyük bir izzet ve itibar kaybına da maruz kalmış ve ümitsizlikleri giderek artmıştır.
Bütün bu olumsuz tablolara rağmen, dinin ve ölüden diriyi çıkarma güç ve kuvvetinin gerçek sahibi olan Allah(cc), hilafetin yere düştüğü topraklar olan Anadolu’dan bir iman ve Kur’an hizmetinin başlamasını murat buyurarak bütün bir dünyaya ümit vermiştir. Parola alarak; müsbet hareket etmeyi ve yeniden dirilmeyi, ümmet-i icabet olarak kendilerinin dirilmesi sonrasında ümmet-i daveti de diriltecekleri ümidi ile işe koyuldular. Üstad Bediüzzaman gibi bir rehberin riyasetinde fedakar talebeleriyle çok çile çektiler, akıl almaz tepkilere maruz kaldılar. Sonuçta İslam aleminin yüz akı olmayı Allah’ın izniyle başardılar. Yaşama zevkinden vazgeçip başkalarını yaşatma zevki ile mamur olan gönüllüler; Yunus vari, vurana elsiz, sövene dilsiz olmayı bu yolun kaderi sayıp centilmenliği yeğlemişlerdir.
Bugün Hizmet Hareketi’nin, dünya çapında temsilin ve tebliğin dilini kullanarak yapmakta olduğu faaliyetler ise, iman ve Kur’an hizmetinin; gençliğin eğitimini merkeze alarak, Anadolu’nun sınırlarını aşıp, insan olan her yere ulaşma gayretinden başka bir şey değildir. O gün olduğu gibi bugün de bu Hizmet’in çok azılı düşmanları vardır. Hasetleri akıllarını gölgede bırakmış talihsizler her zaman olduğu gibi bugün de vardır, yarın da olacaktır. Bunların zulmüne aldırış etmeden Hizmet erleri yollarına devam edeceklerdir. Bundan hiç kimsenin tereddüdü olmamalıdır. Zira Hizmet Hareketi’nin mensupları, bu ümmetin hal-i hazır durumuna üzülmekle beraber Efendimiz’in (sav) ümmeti olmaktan şeref duymaktadırlar. Ümmet-i Muhammed’in olması gereken seviyeye ulaşacağı güne kadar; Hizmet Hareketi müsbet mücadeleye, sahip oldukları her şeylerini bu uğurda vermek de dahil olmak üzere, devam edeceklerdir. Dosdoğru bildikleri bu yoldan hiç bir fanî güç onları geri çevirmeye muktedir değildir.
Dr. Hüseyin Kara