Türkiye'de son altı seneden beri Hizmet Hareketi'ne karşı her türlü hukuksuzluk haksızlık ve kanunsuzluk dolu dizgin devam ediyor. Bu hukuksuzluk ve haksızlığın devam etmesi için de birbiriyle neredeyse asla bir araya gelmesi mümkün olmayan hizipler, gruplar, ekipler, klikler muktedirleriyle beraber muhalefeti bir araya geldi ve zalimlikte ittifak ettiler.
Ahzab Suresi’nde anlatılan Hendek Savaşı’ndaki birbirilerini dahi iyi tanımayan Arap kavim ve kabilelerinin Peygamber Efendimiz’in (sallallahualeyhi vesellemin) karşısında birleşip hizipler (Ahzap) oluşturması gibi bir durumu hayretle yaşıyoruz.
Veya Mehmet Akif'imizin Çanakkale'deki düşmanların hizip ve milletlerinin farklılığını ifade ettiği;
“Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi yamyam kimi Hindu kimi bilme ne bela
Hani tauna züldür bu rezil istila” halinin bir benzeriyle karşı karşıyayız.
Fakat hizipler topluluğu olan Ahzab Ordusu, hendeğin öbür tarafında konuşlanmış da olsa acımasızca bastırmaları ve dayatmaları karşısında Peygamberimiz(sav) üç vakit namazını kılacak zaman ve imkân bulamadı. Peygamberimiz(sav) de namazlarını kaçırmalarına sebep olduklarından dolayı duyduğu hüzün ve kederinden ötürü mübarek ellerini açtı ve bu Ahzap topluluğuna beddua etmek zorunda kaldı:
“Onlar nasıl güneş batıncaya kadar uğraşıp bizi namazımızdan alıkoydularsa, Allah da onların evlerine, karınlarına ve kabirlerine ateş doldursun!” (Salih Suruç, Peygamberimiz. Cilt ıı. Sf;267)
Şimdilerde konuşulan bir konu var; Hizmet Hareketi Türkiye'de hamile kadınlara varana dek zulümde sınır tanımayan bu Neo-Ahzap topluluğuyla barışıyor mu? Barışır mı?
Barışmak ve sulh yapmak hayırlı ve bereketli bir iştir (Nisa, 128). Fakat sulh olmak esir olmak anlamına gelmemelidir. Bunca karalama bunca iftira varken ve bunca zulüm ortada duruyorken barış nasıl olacak?
Mallarımızı mülklerimizi kaybetmeye razı olsak da itibar ve kimliğimizi kaybetmeyi göze alabilir miyiz?
Çünkü bunca iftira ve karalamanın yükü altında bir barış, tenasihe uğramak, dejenere olup başka hale dönüşmekle aynı anlama gelmez mi?
Selahaddin Demirtaş'a iktidar bastırdığında onların dediklerini yapıp boyun eğseydin bunca eziyeti çekmezdin diyenlere; “yoksa kimliğimizi kaybederdik” diye cevap verdiğini hatırlıyorum.
Hocaefendi’nin benim de misafir olarak bulunduğum bir ders halkasında müzakere edilirken projeksiyon ekranına;
Sevban (r.a.)’dan Efendimiz’in(sav) buyurduğu;
“La tezalu taifetün min ümmeti zahirine alel hak.” hadisi çıktı ve ders yapıldı. Bunun üzerine bir talebesi “bu kıyamete kadar hak yol üzerine devam edecek olan taife hiç zarar görmez mi hocam” dedi. “La tezalü’yü”(zarara uğramaz) nasıl anlamamız gerektiğini sordu.
Hocaefendi ise beynimin nöronlarına şimşek etkisiyle girip yerleşen şu kısa ve net cevabı verdi: “Zarar görse de itibardan, kıymetten düşmez” dedi.
Halbuki barış görünümlü teslimiyetler atılan iftiraları kabul etmek anlamına geleceğinden itibarımıza da zarar verir, kıymetimizi yok eder, kimliğimizi zedeler.
Halbuki Türkiye'de tartmaya kalksak bütün gökleri tartan mizan terazisinin bile (Araf, 8) tartamayacağı kadar iftiralar atıldı, karalamalar yapıldı.
İftiraların havada uçuştuğu bir dönemde zalimlere karşı “soylu” bir davranış sergileyip “kurtuluşa” ermenin nasıl mümkün olacağını yine Peygamberlerin davranışlarından öğrenebiliriz.
Kadınların hile ve tuzakları neticesinde hapishanede en az 7 seneden fazla kalan Hz. Yusuf, elçi (eski hapishane arkadaşı) aracılığıyla Kralın rüyasını doğru olarak yorumlayınca Kral:
“Onu (Yusuf’u) bana getirin” dedi (Yusuf, 50). Yedi seneden fazla hapishanede kalmış biri olarak Hz. Yusuf’un bu noktadaki davranışı itibarı zedelenmiş, kimliği karalanmış bizim gibi her mazlum adına örnek bir davranış sergileyerek bu davete hemen evet demedi.
Kral, suçsuzsun gel barışalım daha fazla hapishanede kalma dedi ama Hz. Yusuf(a.s) ise Kral’dan hapisten çıkmadan önce iade–i itibarını geri istedi:
“O elleri kesen kadınların meselesi neydi, kendisine (Kral’a) soruver” (Yusuf, 50) Kral Hz. Yusuf’a iftira atan kadınları topluyor ve bu konuyu onlara soruyor. Kadınlar:
“Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ondan kâm almak isteyen bendim. O ise tam sadık ve dürüst insanlardandır’ diye itiraf etti” ( Yusuf, 51). Hz. Yusuf‘un bu önce iftarlardan temizlenme sonra hapishaneden çıkma davranışını herkesten bekleyemeyiz tabi. Bize ders veren ve ibretlerle dolu bu davranışı Hz. Yusuf’un şahsına münhasır desek yeridir. Bu davranışından dolayı Yusuf Peygamberi takdir sadedinde Peygamberimiz(sav) şöyle buyurmuştur:
“Yusuf’un hapiste kaldığı süre kadar ben hapiste kalsaydım, oradan çıkma emrini getiren kişiye (elçi) hemen icabet ederdim.” (bk.Müsned, II, 326; Buhârî, Tefsîr, 12/1, 5; Tirmizî, Tefsîr, 12/1)
Eğer Hz. Yusuf kendi üzerine yapışmış olan ihanet yaftasını temizlemeden hapisten çıksaydı Kralın rüyasını yine yorumlayabilirdi fakat, peygamberlik misyonunu yerine getirip de o toplumda tevhit inancını yayamazdı.
Evet, biz de boyun eğmeye dayanan bir barışla vatanımıza dönsek bile masumiyetimiz ortaya çıkıp bütün iftiralardan temizlenmedikçe itibar ve kredisini yitirmiş bir cemiyet olarak varlığımızı idame ettiremez ve fonksiyonumuzu ve dahası misyonumuzu yerine getirip de görev yapamayız.
Peygamberlerin bile bir toplumda sebepler planında görev yapıp etkili olabilmeleri önce her peygamberde olması gereken beş sıfattan biri olan “ismet” sıfatına, özelliğine bağlıdır.
Hak katında temiz olmak daha önemlidir. Fakat temiz olmak, günahsız ve masum olmak halk katında da önemlidir.
Size darbeci, vatan haini gözüyle bakan bir toplumda, yaşayan ölüden farkınız olmaz. Dilinizle kuş tutsanız Allah’ın inayeti olmadan, ön yargıları kırmadan önümüz açılmaz. Etkili olamayız.
Biraz daha sabır. 650 sene önce yaşamış tarih sosyolojisinin kurucusu İbn-i Haldun'a (D:1332) göre başarıya ulaşıp medeniyet kurmaya muvaffak olan kavimler, itibar, namus ve kimliklerini; mevki, makam ve menfaat karşısında boyun eğerek değiştirmeyenlerdir. (Mukaddime, I.cilt, dergâh yayınları, Sf,452)