Osmanlı Devleti'nin yıkılması ile Müslümanların hamisi son karakolu da yıkıldı. Müslümanlar sahipsiz kaldı. Perişan oldular. Pek çoğu ya İngilizlerin ya Fransızların ya da herhangi bir Avrupalı devletin sömürgesi oldu. Birinci Dünya savaşında Çanakkale cephesine İngilizler Osmanlı ordusuna karşı savaş etsin diye Hindistanlı Müslümanlardan askerler getirdiler. Müslüman Müslümanla savaş etti, daha ne olsun.
O yıllardan az bir zaman önce aslında Osmanlı devletinin yıkılmasından daha kötü bir şey oldu. Fransız ihtilaliyle beraber Müslümanları birbirine bağlayan bağlar koptu. Sonra Osmanlı tarih sahnesinden silindi. Çünkü ırk ve milli devletleri öne çıkaran Fransız ihtilali yüzeysel bir etki olarak imparatorlukların çökmesine sebep oldu. Belki Batı dünyası için bu tespit kısmen doğru olabilir. Fakat bu ihtilalin asıl etkisinin görüldüğü Müslümanların yaşadığı coğrafyada kavmiyetçilik ve ırkçılık öne çıktı. Öyle ki milli devletler oluştu. Bir taraftan toplulukları bir arada tutan dini bağlar iyice zayıfladı yerini ırka ait, milletlere ait bağlar aldı.
Aslında milli toplulukları birbirine bağlayan ırka ait, kabilelere ait bağların varlığı yeni değildir. Bu bağlar eskiden beri de vardı. İbn-ı Haldun bir milleti ayakta tutan birbirine bağlayan bağa “asabiyet” adını verdi. Topluluğu birbirine bağlayan asabiyet ne derce kuvvetli olursa o medeniyet de büyük ve güçlü olurdu. Bu sebeple asabiyetle iktidar arasında doğrudan bir alaka vardır. Fakat bu Fransız ihtilaline kadar -kavim, kabile millet ne derseniz deyin- toplulukların arasındaki bağlar bu derece kuvvetli değildi. Çünkü bu ihtilalden sonra birbirinin ırkından olmayanlar potansiyel düşman oluverdiler. Mussolini, Hitler gibi kendi ırkından olmayanları düşman gören liderler yetişti. Bu etkiyle biz de “Ne mutlu Türküm diyene” dedik, sloganlaştırdık. Bu ırkçı bakıştan dolayı Kürt meselesi halen daha kanayan yaramızdır.
Özellikle Birinci Dünya savaşından sonra Fransız İhtilalinin (1789) etkisi ile meydana gelen milli devletlerde azınlık sorunları oluştu. Çünkü her milleti diğer milletlerden veya ırklardan tamamen temizlemek mümkün olmayacağına göre ana milletin bünyesine göre oluşmuş olan bir devlette bu azınlık toplulukların hukuku, idaresi, bürokrasideki durumları nasıl olacaktı? Aslında bu azınlık veya dinimizdeki adıyla “zimmi statüsü” yeni değildir.
Peygamberimiz (sav) ta o zamanlardan azınlıklarla alakalı bize uyarılarda bulundu: “Men eza zimmiyyen fekat ezani- Zimmiye eziyet eden bana eziyet etmiş olur” (Suyuti, el-Ciimiu 's-Sağir, Riyad 1988, I, 579) Fakat Fransız İhtilali (1789-1799) ile vücut bulan devletlerde başka milletlere pek yer yoktu, hatta onlar yok edilmesi gereken bir düşmandı. Her devleti olan bir millet için bu bir insanlık sınavıydı. Ve bu sınavın biz Lozan Anlaşması’nda (16 Temmuz 1923) azınlıklar kısmında başarılı bir şekilde verdiğimiz söylenemez. Çünkü ırkı esas alan bir devlet kurduk fakat ırkı esas alarak bir azınlık tayin ve tespitine gitmedik. Lozan'da sadece dini azınlıkları kabul ettik. Halbuki biz dini referanslara göre kurulan bir devlet değildik ki, azınlık belirlemedeki referansımız dini olsundu. Evet bu yanlışın faturasını halen daha çekiyoruz.
Neyse konumuz bu değildi.
Birinci Dünya savaşından sonra asabiyet merkezinin Fransız ihtilaline göre daha da belirginleşen ve keskinleşen ırk ve millet eksenine kaymasının en büyük sıkıntısı İslam dinine oldu. Çünkü İslamiyet Arap olsun, Türk olsun Boşnak olsun onların kardeş olduğunu söylüyordu. Irkı referans aldığımızda İslam'ın kardeş olarak gösterdiği diğer ırklara düşman gözüyle nasıl bakacaktık ki? Müslümanlar içinde bile ırkı esas alarak oluşan devletler kendi otoritelerinin oluşması için bu kardeşlik bağını kesip attılar. Arap veya Türk düşmanlığını bir de bu açıdan anlamaya çalışmak gerekir.
Dolaysıyla milli devletlerin diğer milletlere bünyelerinde yer vermemelerinden ötürü bu durum dini ve İslami bağların da devre dışı bırakılmasına sebep oldu. İslamiyet bir ad ve nişandan ibaret kaldı. Saygınlığını yitirdi. Bu felaketler sonucunda; “Eğer Kuran cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem, Orası da bana zindan olur” diyerek Bediüzzaman inledi ah etti. Cemaatsiz kalan Kuran’ın şu dünyada bir kıymeti harbiyesi olmazdı. Yani Fransız İhtilaline bağlı olarak gelişen ırkçılık akımı, Kuran’ın cemaatini 50 parçaya böldü. Ve ihtilaf endişesiyle yaşayan büyük kametlerin de yürekleri paralandı, kalpleri yarıldı...
İbni Haldun'a göre milletleri ayağa kaldırıp devlet olmasını sağlayan kavim veya kabile asabiyetidir. Bu asabiyet bağı bir kabilede ne kadar kuvvetliyse o kabileden kuvvetli milletler doğar.
Ya İslamiyet'te kabilecilik olmadığına göre olsa bile mühimsenmediğini göre Müslüman milletlerin kuvvetlenip ayağa kalması ne ile ve nasıl bir asabiyetle mümkün olacaktı? Evet İslamiyet'in de kendine göre müminleri birbirine bağlayıp kaynaştıran bir asabiyeti vardır. Biraz daha derin düşündüğümüzde görülecektir ki; İslam'ın asabiyeti iman ve takvaya dayalı bir asabiyettir.
Yani çözüm olarak İslamiyet ırk asabiyetine karşı takva asabiyetini çıkardı. Fetih Suresi’nde Allah, Hudeybiye Antlaşması’nın yaşandığı günlerde Müslümanların üzerine yürüme düşüncesinde olan Mekke müşriklerinin cahiliye asabiyeti ile buna karşı Müslümanların ise iman ve takvanın gönüllerinde hasıl ettiği birlik ve beraberlik ruhu ile hareket ettiklerini veciz bir şekilde ifade etti:
“Hani inkâr edenler kalplerine taassubu, cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah ise, Peygamberine ve inananlara huzur ve güvenini indirmiş ve onların takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) sözünü tutmalarını sağlamıştı. Zaten onlar buna lâyık ve ehil idiler. Allah, her şeyi hakkıyla bilmektedir. (Fetih Suresi, 26)
Burada cahiliye taassubunun karşısında Allah'ın Müminlerin arasında işaret ettiği “takvayı” İbni Haldun'un “dini asabiyet” ine benzetebiliriz. Dini asabiyet kavim asabiyetinin mukabilidir. Adeta toplumları ayağa kaldırmada sünnetullahtır. Bu sebeple gücü ve iktidarı dini asabiyetin kesiştiği yani desteklediği kavim ve kabilelerde aramak gerekir. “Halifeler bundan sonra Kureyştendir” (Müsned, 4/185; Heysemi, Mecmau’z-zevâid, 1/336, 4/192) sözü bu açıdan manidardır. Yoksa hiçbir kabile ile bütünleşmeyen dahası bütün milletlerin kabile asabiyetini yok ederek sıfırdan bir dini asabiyet düşünmek yanlış olur. Osmanlılar da takvaya dayalı dini bir asabiyet vardı fakat bu asabiyetleri Oğuzların Kayı boyu ile mahiyet birliğine ermişti. Çünkü bu durum ham fidanın kaliteli bir kalemle aşılanması gibi bir fıtrat ve yaratılış kuralıdır (Allah u Alem).
Demek Fetih Suresindeki bu ayeti kerimeye göre takvanın, bir milletin kabile asabiyetini aşılayıp yeni bir mahiyete erdirerek “dini asabiyete” çevirme vasfı veya hususiyeti vardır. “Vel akibetu lil muttakin” sözünü bir de bu bakımdan anlamak gerekir; “Akıbet eninde sonunda muttalilerindir.” (Hud, 49)
Bu bakımdan dine sahip çıkmayı milleti ve kabilemizi dışarda tutarak yani en azından ham bir asabiyeti ihmal ederek gerçekleştirmemiz zordur. Eğer ham kabile asabiyeti dinin ihyasında önemli olmayaydı Kuran’da Allah dinden dönen bir kavmin ihmalkarlığı karşısında başka bir kavimle dinini teyit buyuracağı gerçeğini ifade etmezdi. Yani dini asabiyetin oluşması için de bir kabile asabiyetine ihtiyaç vardır:
“Ey inananlar, içinizden kim çıkar da dininden dönerse Allah onlara bedel öyle bir kavim getirecektir yakında ki o onları sevecek, onlar da, onu sevecek, inananlara karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı yüce olacak o kavim. Allah yolunda savaşacaklar ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmayacaklar. Bu, Allah'ın lütfü ve inayetidir ki dilediğine verir ve Allah'ın lütfü boldur, o her şeyi bilir.”(Maide, 53)
Dini asabiyet bir milleti önce Allaha sonra birbirine bağlar. Dini asabiyet ve bağlılığın en önemli şartı budur. Takva bu noktada cereyan eder. Takva bir milletin mahiyetini dinine hizmet eder haline getirir; dini asabiyetin vücut bulmasını sağlar. Akrabalık bağlarını yeniden tanımlanması takva ile olur. Bu sebeple Bediüzzaman Hazretlerinin “Mektubat” adlı eserinde söz konusu ettiği menfi milliyetin müspet milliyete dönüşmesinde en önemli etken iman ve takvadır. Şimdi Hucurat Suresi’ndeki bu ayeti düşünerek birkaç defa okuyalım;
“Ey insanlar, gerçekten Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık (Hz. Adem’le Hz. Havva’dan türetip çoğalttık). Ve birbirinizle (kolaylıkla) tanışmanız (ve farklı yetenek ve faziletlerinizden yararlanmanız) için sizi (değişik) kavimler ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim ve değerli) sayılanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanlarınızdır. Şüphesiz Allah (her şeyi hakkıyla) Bilendir, Habir’dir. (Hucurat Suresi, 13)
Kavim ve kabileciliğin karşısında takva vardır. Takva nedir öyleyse bunu da başka zamana bırakalım.