Bir beldeyi harap eden en önemli amil zülümdür. Kuran-ı Kerim’de zülüm beldelerinin harap olabileceğinden bahseder. Çünkü zulmün ucu eninde sonunda zalime bir mahrumiyet ve azap şeklinde geri döner. Zülüm sahibine önce bir parça menfaat temin etse de sonunda bu işe sebep olanları da yakıp yok eder. Bu bakımdan; “Zulüm ile abad olanın sonu berbâd olur” diye boşuna söylenmemiştir.
Zulmün en barizi de idarecilerin halkın elindekilere göz dikmesi ile meydana gelir. Halkın malını gasp etme ne derece olursa halkın çalışma ve gayreti o derece geriler. Çünkü kimse karşılığını almayacağı bir işle boşu boşuna uğraşmak istemez. Şevk azalır, azim kırılır ve insanlarda bir medeniyetin bereketlenmesine vesile olan gayret sonlanır. Bu bereketsizlik neticesinde bütün bir devleti halkıyla beraber zor ve zahmetli bir hayat yaşamak zorunda kalır.
İdarecilerin halkının elindeki malı gasp etmesinin çok çeşitli yolları vardır. Mesela haksız vergiler koyar. Yani vergileri yüksek tutmak da bir tür gasptır. Zulmün diğer bir çeşidi de vergi çeşitliliğine gitmektir. Nerdeyse nefes alma hariç her işlem ve eylemin bir vergi karşılığı olur. Gelir gider, kazanç, lüks emtia gibi akla hayale gelmedik mallardan ve işlemlerden vergi alınır. Bu kadar vergiye rağmen hala ayakta duran ve varlıklı olan zenginlerin malına idareciler göz koyarlar. Bu defa bizzat gasplar başlar. Bu aslında savaş esnasında düşman malları için geçerli olan durumun kendi halkına ganimet gözüyle bakılarak reva görülmesi demektir.
Zalim idarecilerin böyle bazı zenginlerin malını açıktan bir gasp etmesi halkın tepkisini çeker ve neticede halk desteği yok olur. Sultan da olsa aklı başında hiçbir idareci bunu göze almaz. Bu bakımdan malı gasp edilecek olanlar düşmanla iş birliği yapan hain oldukları yönünde karalama ve propagandanın yapılması gerekir. Halkın ekserisi de bu yoğun propaganda ve karalama karışasında bu millet ve din düşmanlarından behemehâl kurtulmak gerektiğini düşünür. Hatta öyle düşünürler ki bu hain güruhun başı ezilmedikçe vatan selametini elde etmek mümkün değildir. Bu sebeple bazı zenginlerin malı mülkü tereyağından kıl çeker gibi kolayca müsadere edilir. Hainlerin malı talan edilsin diye düşünüp idarecilerini haklı bulan sair zenginlerin ruhu üzerlerine gelmekte olan tehlikeyi duymaz bile. Oh olsun derler, tuh olsun derler, zülüm yangınına körük çekerler.
Karalama eşliğinde halkın yuhalamaları arasında birilerinin malını mülkünü yağma etmek zor ve tekrarı sakıncalı bir yöntemdir. Fakat dişleri kana alışan zalim idareciler bu gasp işini de bir türlü sürdürmek isterler. Bu sefer bu işi sinsilikle ve ustalıkla yapmaya çalışırlar. Yandaşlar üzerinden haksız kazanç yolunu açar. Arpalıklarla İdarecilerin etrafında bir haramzade zümre oluşur. Üstelik bu yöntemde halkın malını gasp etmenin yine halkın menfaati olduğu propagandasını yaparak halkın memnuniyetini temin ederler. Size köprüler yaptık derler. Derler fakat bu köprülerin hazine garantili olduğunun ne anlama geldiğini düşünmezler. İdareciler kendi dostlarına hastane ihalesini veriler. Millet hastanelerimiz yapıldı, şükürlere olsun derler fakat hasta garantili hastane yapmanın ne anlama geldiğini akletmezler. Yani meşhur tabiriyle derken halk celladına hayranlık duymaya başlar, celladına âşık olur.
“Ey hükümdar! Sen tarlalara ve çiftliklere el attın, bunları sahiplerinden ve iş yerlerinden çekip aldın. Hâlbuki bunlar vergi mükellefleri ve kendilerinden mal alınan kimselerdir. Bunlardan aldığın toprakları maiyetindekilere, etrafına, hizmetçilerine eşine ve dostlarına arpalık olarak verdin. Bundan dolayı arazi sahipleri ümranla ilgili faaliyetlerini terk edip yarını düşünemez, arazilerini işletmez ve bakmaz oldular. Hükümdara yakınlıkları sebebiyle kendilerine bu toprak verilen kimselerin vergi vermemelerine göz yumdun.
Hükümdar, bu sözleri işitince mülküne nezaret etmeye yöneldi. Tarlaları ve çiftlikleri has dostlarının elinden aldı. Sahiplerine geri iade etti.” (712)
Yukarıda İbn Haldun’un bahsettiği olaya benzer bir olay Ömer zamanında yaşandı. Hz. Ömer, İran toprakları fethedildiğinde arazileri eski sahiplerinden geri almak istemedi. Halbuki arazi de dahil ganimetler orayı fetheden mücahitler arasında pay edilmesi gerekirdi. Ömer, İslam mücahitlerinin bu kadar geniş toprakların verimli bir şekilde işleyebilmeleri mümkün görmedi. Diğer taraftan da bir mücahidin bu kadar geniş bir araziye sahip çıkması İslamiyet’teki mal politikasına da zıttı. Çünkü Allah servetin sadece zenginler arasında dönüp dolaşmasından memnun değildi (Haşir Suresi, 7). Bütün bunların çerçevesinde Hz. Ömer, İran fatihlerinin mal, hayvan ve eşya taksiminde bulunabilineceğini ancak arazileri mücahitlerin arasında taksim etmenin uygun olmayacağı şeklindeki görüşlerini Sa’d b Ebi Vakkas’a yazdığı bir mektupta şu şekilde belirtti:
‘Mektubun bana ulaştı. Orada anlattığına göre, halk senden, elde ettikleri ganimetleri ve Allah’ın fey olarak ihsan ettiği malları kendileri arasında taksim etmeni istemişler. Benim mektubum sana ulaşınca meseleye bak ve üzerinde dur. Mal, hayvan ve eşya olarak insanların sana celbettikleri ganimetleri topla. Arazi ve nehirleri işleyicilerine bırak bunlar umum Müslümanların atiyyelerine dahil olsun. Çünkü eğer sen bunları, yani arazi ve nehirleri halen bulunanlara taksim edersen, onlardan sonra geleceklere bir şey kalmaz.
Hz. Ömer mektubuna şu cümlelerle devam eder ve bu husustaki kanaatini belirtir:
“... Savaşçılarla onların soylarının ve gelecek nesillerin teşkil ettiği Müslümanlar için fey olmak üzere, işleyicilerle beraber araziyi tutmayı, araziler için haraç vergisi koymayı, sahiplerine de cizye tayin etmeyi düşündüm.” (Tarih Ansiklopedisi. 12.Cilt)
Yani diyor ki Hz. Ömer, Ey Sa’d arazileri İranlıların elinden alarak askerlerin arasında bölüştürme, kalsın dokunma. Fakat onların arazilerinden vergi al.
Bütün bunları neden anlattık. Bir toplumda idarecilerin arzusu ile devletin imkanlarını belli bir zümreye akıtmak böylece zengin bir tabaka oluşturmak hem Allah'ın isteğine terstir hem de sosyolojik gerçeklere aykırıdır. Çünkü malın ve imkanların bir zümrede toplaması normal olarak halkın mahrumiyetini yani zulmün meydana gelmesine sebep olacaktır.
Bugün Türkiye'de oluşan Beşli Çete halkın arasında dönüp dolaşması gereken servetin belli başlı firmalara peşkeş çekilmesiyle meydana gelmiştir. Yol, köprü baraj, havalimanları yapmak üzere devlet ihaleleri üzerinden servet sahibi olan bu Beşli Çeteyi tarihte zalim Firavun’un yanında yancısı ve destekçisi Haman’a ve Karun’a benzetiyorum. Haman veya Karun adı da belki Firavunun arpalıkları ile zengin olmuş haramzadeler güruhunun Beşli Çete gibi ortak adıydı bilemiyorum. Bildiğimizi bir şey var ki Karun, anahtarını deve kervanlarının dahi taşıyamayacağı servetiyle zulmün hem sebebi hem de destekçisiydi. Belki de Karun ve Haman, Beşli Çete"nin yol ve köprü yaparken servet yığması gibi dünyanın yedi harikası Piramitleri yaparken zengin oldu.
İnşallah yaklaşmakta olan seçimlerden sonra İbn Haldun'un bahsettiği gibi Türkiye'ye gelecek olan yeni idareciler, bazıları gasp yoluyla akraba, dost ve yandaşlarda haksız bir şekilde birikmiş olan bu serveti alırlar ve halkın kullanımına yeniden arz ederler.