Müslümanlar tarihin en zor ve sıkıntılı dönemini yaşıyor. Avrupa'nın Orta Çağ’da yaşadığı sefalet ve cehaleti şimdi biz yaşıyoruz. Üstadımızın belirlediği üç kritere göre durumumuzu gözden geçirdiğimizde de haliminizin iyi olmadığını daha açık seçik anlamış oluruz. Bir; fakirlik bacayı sardı, iki; ihtilaf içinde kardeş kardeşin boğazını sıkıyor ve üç; cehalet bir sâri illet gibi vücudumuzda sarmadık yer bırakmadı.
Bu üç hastalıktan birinin olması diğerlerini de tetikler, bozar. Çünkü bu hastalıklar arasında aile bağı gibi kuvvetli bağlar vardır. Bediüzzaman Hazretleri Münâzarât adlı eserinde hakiki düşmanlarımızı; “cehalet ağa, oğlu zaruret efendi ve hafidi (torunu) husûmet bey” olarak tanımladı. Hutbe i Şamiye’de zarureti (fakirlik) denilen düşmanın su-i ahlâka ve dolayısıyla ihtilâfa, nifaka ve garazlara sebep olduğunu ifade eder.
Bu ana sorunların yanında tarihten günümüze Müslümanların sorunlarına çözüm üretmesi veya alternatif çıkış yolları bulması gereken içtihat müessesi de maalesef kontak kapattı; fıkıh iflas etti. Mecelle rafa kaldırıldı. Kuran-ı Kerim’i asra zamana taşıyan medeniyet arabası durdu. Tevfik Fikret gibi pek çok entelijensiya ona “köhne” muamelesi yaptı. Köhne yani eskimiş çağın dışını atılmış demekti.
Yeni kurulan Türkiye Devleti, İslamiyet'i referansları arasından kaldırdı. Ve O’nu Diyanet’in şahsında Başbakanlığa bağlı bir memurluk seviyesine düşürdü. Böylece Osmanlı Dönemi’nde “dine bağlı devletten” Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla “devlete bağlı din” aşamasına geçildi. Yasama, yürütme ve yargı gibi tam bir muhtariyetle meselenin çözüm noktasına gelinmişken dinin devlete bağlanması tam bir facia oldu. Halbuki yasama, yürütme ve yargı gibi dinin de bağımsız olması gerekirdi. Ali Fuat Başgil Hocanın da ifade ettiği gibi bu fırsat kaçtı. Şimdi ise dinimiz, devleti idare eden idarecilerin elinde siyaset oyuncağına dönüştü. Yazık, çok yazık!
Aslında dini devlete bağlı bir memur şekline dönüştürme projesi halkı Müslüman pek çok devlette tatbik edildi. Yugoslavya döneminde Ali İzzet Begoviç ve arkadaşlarına “camilerde görev alın devlet size maaş bağlasın” dediler. Devletin imkanlarını pozitif bir ayrımcılıkla sonuna kadar kullanmanın veya bu imkana ulaşmanın rekabet ortamını yok etmesinden ötürü nasıl bir yozlaşma meydana getireceğini iyi bilen Boşnakların bilge Kıralı, Tito’nun Yugoslavya döneminde kendisine ve arkadaşlarına “diyanet işleri teşkilatında” maaşlı görev verilmesi teklifini şiddetle reddetti. Aksi taktirde “Miladi Müslümani” teşkilatı Yugoslavya devletinin diyanetinde görev alır ve hayat tıkırında devam edip giderdi. Ama onlar zoru seçtiler, para karşısında teslim olmayı reddettiler.
Evet, tekrar 19. asrın başlarına geldiğimizde Müslümanlar olarak cahildik. Eğitim imkanlarından mahrumduk. Kendi kültür kaynaklarımızı anlamıyorduk. Islahatlarla Avrupa'nın yörüngesine giren mekteple, kaynağını dinimizden alan medreseler arasında derin yarıklar vardı. Kalp ve kafa arasındaki uçurumdan mustarip olan Bediüzzaman, Sultan Reşat Kosova’yı ziyaret ettiğinde de Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra mecliste yaptığı konuşmada da kalp ve kafayı birleştiren bir medresenin lüzumundan bahsetti, bu iş için destek istedi. Çünkü lâ dini bir okul veya eğitime dindar ailelerinin rağbet etmesi mümkün değildi. Ve nitekim öyle oldu Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda lâdini bir eğitim veren okullara karşı “evlatlarım dinsiz kalmasın” diye Anadolu insanın dindarları hep mesafeli durdu. Bu durumda nesiller, zamanla hem dinden hem de fen ilimlerinden mahrum kaldılar.
İmam Hatipler veya ilahiyat fakülteleri ise liseli talebelerin ancak 50 de birine hitap edebilirdi. Öte yandan maalesef bu yuvalar, ta başından itibaren sırlı cemiyetlerin bir kanadını teşkil eden siyasal İslamcıların bekçiliğini yapmaktan öteye geçemedi. Çünkü siyasal İslamcılar, militan ihtiyaçlarını bu tür okullarda eğitim almış kimselerden karşıladılar. Fakat her şeye rağmen imam hatip liseleri veya ilahiyat fakülteleri yakın tarihimize kadar alternatif olma özelliğini korudu. Ancak şimdilerde siyasal yozlaşma onları da vurdu, eğitim ve ilim aşkını kuruttu, liyakati yok etti.
Örgün eğitim içinde ilim aşkı ve fazilet duygusunun gelişmesi çok zordur. Çünkü sadece devlet okullarının olduğu bir ortamda rekabet olmayacağından kalite ve seviyenin de olması mümkün değildir. Fakat daha sonra Üniversite imtihanlarına hazırlayan dershanelerin açılması rekabeti artırdı ve üniversiteye gidenlerin kalitesini yükseltti. Özel kolejlerin eğitim kalitesine sağladıkları katkıyı burada ifade etmeme gerek var mı? Dershane ve kolejlerin güya bazı eksiklikleri üzerinden 2014 yılında devlet eliyle açılan savaşta dershaneler ve kolejler büyük yara aldı. Ve eğitimdeki rekabet ortamı kayboldu, kalite bozuldu. Hatta öyle ki bir ara matematik dersinin seçmeli ders olarak okutulması dahi söz konusu oldu.
Son iki asırdan itibaren Müslümanlar olarak ihtilaf, fitne ve bozgunculuk peşindeyiz. Bir türlü ortak noktalarımızı bulamadık. Evet demokrasi, fikir hürriyeti ve müspet bir ihtilafa bir cemiyetin ileri gitmesi için ihtiyaç vardır. Fakat ortak değer ve hedeflerin olmadığı yerde ihtilaf etmek düşmanlıkların körüklenmesinden başka bir işe yaramadı. Bu derin uçurumları doldurmak için Hizmet Hareketi’ni diyalog ve hoşgörü faaliyetlerini başlattı. Fakat belli kesimler toplum parçalarının beraber bir araya gelmelerinden anlayamadığım bir şekilde rahatsız oldular. Zira kalplere İhtilaf ve düşmanlık sevgisi girmişti. Sevgiyi sevemiyor, ittihada saygı duymuyorlardı. Derken ayrımcılık arttı sevginin ateşinde tüten bir kor kalmadı. Düşmanlık sevgisi ittihadın muhabbetini neredeyse yok etti.
Fakirlik. Her veçhesiyle fakir kaldık. Maddi ve manevi fakiriz. Ruhumuz fakirledi. Ahlakımız ondan da fakirdi. Bizde Afrika'da insanlar açlıktan ölür. Ekmek bulamayanlar çalışıp para kazanmak için Avrupa'nın yolunu tutar. Tutar da Avrupa'da hayat süren normal aileleri kendimizle mukayese ettiğimizde pek mütevazi bir hayat yaşadığımız söylenemez. Üstadımız, “İktisat Risalesi” ile fakirlik konusuna dikkatleri çekti. Hocamızın “İktisadi Mülahazalar” kitabı bir medeniyeti iktisaden ayakta tutacak donelere sahiptir.
Fakirlik, cehalet ve ihtilaf konusunda şimdi ne durumdayız? En azından derdi tanıyor çözüm yollarını öğrenmiş bulunuyoruz. On basamaklı bir merdivenin ikinci basamağında gibiyiz. Cehaleti okullaşarak, ihtilafı diyalog ve hoşgörü faaliyetleri ile fakirliği de iş adamları konfederasyonları gibi teşkilatlar kurarak aşmaya çalıştık. En azından denedik. Ahmet Altan'ın dediği gibi “2010 yıllarında Türkiye'de bir cennetin kapısına vardık ve hep beraber bu cenneti seyrettik. Fakat ne hikmetse hep beraber bu kapıdan Cennetin içine gireceğimize geri dönmeyi tercih ettik.” Gerçi Ahmet Altan, hapishanede kaleme aldığı “Son Oyun” romanında cehenneme dönen cennetten bahsetti.
Evet, bugün cennet vatanımızı cehenneme çevirmiş olsalar da Allah büyüktür, O’ndan ümit kesilmez. İlimle, ittifakla ve zenginleşerek bulunduğumuz toprakları cennetlere çevirmek mümkündür.