Devletler yıkılabilir fakat o devlette yaşayan milletlerin kültürleri mezkûr devletle beraber hemen yıkılıp ortadan kalkmaz. Çünkü bir milletin kültürü yeni kurdukları devlette eskisine yakın bir şekilde devam eder, gider.
Kültür devletleri kapsar fakat devletler bir milletin kültürünü tamamen kapsayamaz. Fakat yeni kurulan bazı devletler varlık gayesi ve farklılık kaygıları ile milletin yaşadığı kültür, din ve adetlere engel olmaya çalışabilir. Veya tam aksine kültürün önünü açıcı ve destekleyici bir tavır da sergileyebilir. Bu sebeple devletler ölebilir fakat kültürlerin bu manada ölümlerinden bahsetmek oldukça zordur. Yani bir gecede kurulan devletler olur fakat bir gecede dilini, dinini, kültürünü yaşam şekillerini değiştiren milletler olmaz. Bu yüzden bir milletin devamı adına ruh mesabesindeki kültürün her çeşidi ile devam etmesi gerekir.
Fakat kültür hiç değişmez, bir millet hiç asimile olmaz da diyemeyiz. Tarihte 16 devlet kurmuş olan Türk milletinin bazı boy ve kabilelerinin tamamen, bazılarının ise kısmen değiştiğini, kısmen de asimile olduklarını söyleyebiliriz. Mesela, Bulgarlar ve Macarların artık Türk milleti ile herhangi bir bağı ve irtibatı yoktur. Şu an bizden farklı dinlerin etkilerinde olmaları onları sadece devlet olarak değil millet olarak da mahiyet değişikliğine maruz bırakmıştır.
Fakat şu unutulmamalı ki, bizim kolayca öngörebildiğimiz şekilde olmasa da bir milletin kültürü ile devleti arasında derin bir ilgi, alaka ve irtibat vardır. Aslında çoğu zaman bu irtibat sağlıklı bir zemine oturur. Yani o milletin adet, din ve kültürüne göre devletin hemen her kurumunun şekillendiğini görürüz. Normalde devletin kurumlarıyla kültürü arasında yüzde yüze yakın bir uyum olur, olmalıdır da!
Fakat düşman işgaline uğramış memleketlerde böyle bir uyumdan ve irtibattan bahsedemeyiz. Açık ve gizli düşmanın olması gibi işgalin açıktan olanı ve gizliden olanı vardır. En tehlikelisi düşmanların içimize sızıp millet olarak bizleri gizli işgale maruz bırakmalarıdır. Bu gizli işgali bizden gözükerek yaparlar. Aktörleri bizdendir. Türkiye’de kurulduğundan beri her on senede bir yaşanan bu tür darbe görünümlü gizli işgaller neticesinde milletin her türlü değer ve ananeleri kansere yakalandığından fonksiyonlarını eda edemez hale gelmiştir.
Böyle bir mahiyet değişikliğine maruz kalıp dejenere olmamak için Bilge Kağan, "kahramanlar gibi savaşsanız da Çin topraklarına yerleşmeyin onlarla beraber olmayın" tembihinde bulundu milletine.
“Tatlı sözüne (Çin’in) yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok çok Türk Milleti öldün; Türk milleti öleceksin!” (Orhun Yazıtları)
Aynı kaygı ile Hz. Ömer(r.a) savaşın başladığı ilk devrede İran’ın içlerine kadar ilerlemeyi, birdenbire büyük bir coğrafyaya açılmayı mahzurlu görmüştü. “Keşke diyordu keşke İran’la aramızda büyük hendekler, yüksek dağlar bulunsaydı.” (İsrafil Balcı, Hz. Ömer Döneminde Diploması, 257) Aynı kaygı ile Hz. Ömer (r.a) Mısır’ın fatihi Amr bin As’a “dur diyor dur, Afrika'nın içlerine kadar daha da ilerleme.”(Aynı eser) Kaygı aynıydı. Bu geniş coğrafyada eriyebiliriz, asimile olabiliriz, oraları elimizde tutamayabiliriz.
Demem o ki sadece işgal yiyince değil işgal ediyorum, fethediyorum derken bile yeni tanıştığımız milletlerin kültürel etkilerine kapılıp asimile olmak mümkündür.
Şimdi cevabını aramamız gereken konu şu: Bir millet gizli veya açıktan işgale uğrarsa kendi özünü nasıl korur, kültürünü nasıl muhafaza eder? Dini ve kültürel değerlerine sahip çıkmak için nasıl bir savunma güdüsü geliştirir? Veya bu tür işgaller ve ilgalar karşısında ne yapmalı nasıl davranmalıdır?
98 yılında Kosova toprakları Sırplar tarafından tamamen işgal edilince Arnavutların eğitimi ve kültürü büyük bir tehdit altına girdi. Kosova milleti çareyi evler açarak, kültürlerindeki kesintiyi eğitimde yaşadıkları asimilasyon tehdidini bu şekilde gidermeye çalıştılar. Mesela Üniversite eğitiminden bütün bütün mahrum edilen gençliğe bu eğitimi vermek için üniversitelerden atılan hocalar derslerini bu belirli evlerde verdiler ve böylece eğitimdeki tahribata engel olmaya çalıştılar. Âdem Yaşari gibi fedailerin vücutlarından akan kanlarla bu fedakâr hocaların kalemlerinden akan mürekkep damlaları Arnavut milletinin önünü açtı.
Demek her türlü işgal karşısında eğitimimizin ve kültürümüzün kesintiye uğramaması için bu işi devam ettirme adına evler açabiliriz. Bu hususta en büyük çare bu tür kültür lokalleri temin ve tesis etmek olabilir.
Tevhid-i Tedrisat (3 Mart 1924) yasası ile eğitim Türkiye'de eskidir diye olduğu gibi çöpe atıldı, yerine Batı tarzı bir kültür ve eğitim anlayışı yapımıza pek de uymayan bir model olarak dayatıldı. Dini kitapları yazmanın ve çoğaltmanın yasaklandığı kurak bir dönem geçirdik. Çare yine kültür ve eğitim zaafının giderildiği evler açmaktı. Din, iman ve kültürümüzün taşıyıcısı ve hatta kalesi hükmündeki risalelerin okunup bellenmesi için Üstad Bediüzzaman Hazretleri kültürümüz ve dinimizin bir nesle belletilmesi adına evler açtı. Ve açılan bu öğrenci evi (bir manada) Üstadımızın gözünde, Osmanlı İmparatorluğu'nun sevk ve idare edildiği Yıldız Sarayı’ndan daha değerli ve kıymetliydi.
Talebe yetiştirme adına o dönemde çareyi ev veya buna benzer mekanlarda bulanlar Said Nursi’den de ibaret değildi. Süleyman Hilmi Tunahan Hoca da Tevhid-i Tedrisat kanunundan sonra görevlerinden atılmış beş yüz küsur Dersiamı(profesör) toplayarak onlara aynı şeyi teklif etti. “Fahri hocalık yapmaya devam edin. Her kes iki tane talebeye bildiğini anlatırsa dinin ömrünü Türkiye’de bir 50 sene uzatmış oluruz. Yoksa indi ilahide bildiklerimizi öğretmemenin sorumluluğundan kurtulamayız” mealinde bir konuşmayla onları fahri hocalık yapmak için ikna etmeye çalıştı. (Allah Dostları, 10. Cilt, ilgili madde)
Firavunların güdümündeki Mısır devletinde her kademe ve görev alanından uzaklaştırılıp köle haline getirilen İsrailoğulları’nın kendi kültür ve özlerini kaybetmeye başladıkları esnada Musa ve kardeşine o milletin hayatiyetinin devamı adına Allah'ın gösterdiği yol, teklif ettiği çare de aynıydı. Evler açın, kültür lokalleri tertip edin; yani sivil yapılanmaya gidin:
“Musa’ya ve kardeşlerine şöyle vahyettik: “Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın, evlerinizi ibadet mahalli yapın ve namazı kılın. (Ey Musa) inananları müjdele.”(Yunus Suresi, 87)
Bütün bunları neden anlattım;
Türkiye'de evlerinden Üniversitesine kadar neslimizi kucaklayan müesseseler devlet eliyle kapatılalı 6. senesine girdi. Bundan 20 sene önce Kosovalıların, binlerce sene önce Hz. Musa’nın kavminin ve Üstadımız dönemindeki Anadolu insanının başına gelen felaketler silsilesi maalesef bizim de başımıza geldi. Her şeyimizi kaybederek Avrupalara göç etmek zorunda kaldık.
Batıya doğru iltica etmek ve sığınmak zorunda kalan Hizmet insanın da kendi kültürüne sahip çıkıp evlatlarının bozulmasına, asimilasyonuna engel olmak için yeniden evlerin mana ve muhtevasını barındıran sivil müesseseler tesis etmesi ihtiyaç oldu. Geldiğimiz yeni memleketlerde eğer evler, lokaller veya kendi özünümüzü koruyacak sivil kurumlar oluşturamazsak meydana gelecek olan asimilasyon karşısında haddim olmayarak Bilge Kağan’ın sözüyle konuşmak isterim;
“Eski zamanların Çini gibi Batı'nın da altını, agusu, tekniği ve teknolojisi seni kandırmasın ve öldürmesin. Çünkü Yahya Kemallerin arkasına takılıp da efsunlanarak tutulduğu “Mehlika Sultana” âşık olan yedi gençler misali zamanla canlı cenaze haline gelebilir, başın bulanabilir ve ölebilirsin.
Gerekli tedbiri almazsan yok olursun!”