Son bir veya iki asırdan beri Müslüman dünyası olarak sefil, perişan ve felaketli bir hayat yaşadığımızdan dolayı, çözüm ve çare adına başka dinden, milletten olan hâkim bazı devletlerin veya bazı milletlerin Müslümanlığı kabul edebileceklerine ümit bağladık. Çünkü belki de yaşadığımız sefaletten çıkış yollarından biri budur. Dünya muvazenesinde güçlü bir devlet acaba Müslüman olur da onların bizi desteklemesiyle yaşadığımız zilletten kurtulmamız mümkün olur muydu? Almanlar veya Japonlar Müslüman olsaydı, sefaletimize bir çözüm olabilir miydi? Belki Ruslar veya Çinliler Müslüman olsaydı şu anki durumumuzdan farklı bir durumda olabilirdik. Kim bilir?
Hem üstelik bazı hadisler, Müslümanlar içinde azımsanan veya hor görülen bir grubun, fırkanın Beyaz Sarayı zapt edeceğini haber vermiyor muydu? Gerçi tarihte çok beyaz saraylar olsa da (Fars sarayı gibi) biz bugün “Beyaz Saray” dendiğinde Amerika'daki hükümet sarayını aklımıza getirmeden edemiyoruz:
“Cabir bin Semure (Radıyallahu Anh)'dan rivayet edilmiştir. Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki;
“Useybetün minel müslimin” aşırı küçük, hatta değer verilmeyecek kadar küçük anlamına gelir.
Hadiste bahsedilen beyaz saray (ev), Amerika'daki hükümet sarayı olamaz mı yani. Peygamberimiz (sav) “setuftahunnel kostantiniyyetü” diyerek İstanbul'un Fethi’ni çok daha öncelerden haber vermişti. İstanbul'un fethi gibi Beyaz Saray’ın fethi söz konusu olamaz mıydı? Bilmiyoruz. Hadisteki beyaz saray (ev) metafor da olabilir. Azlardan az inanmış hasbi, fedakâr ve ihlaslı az toplulukların, çok fakat çürümeye yüz tutmuş büyük topluluklara galip gelebileceğini ifade eden bir metafor...
“Ama kesin olarak Allah'a kavuşacaklarını bilenler: “Sayıca az nice topluluklar var ki; Allah'ın izniyle büyük kalabalıklara üstün gelmiştir. Zira Allah, güçlüklere karşı sabırlı olanlarla beraberdir” diye cevap verdiler.” (Bakara, 249)
Aslında bazı Avrupa devletlerinin Müslümanlaşarak İslamiyet'e arka çıkacakları şeklindeki bir beklenti, zamanın dâhisi Bediüzzaman Hazretlerinde de vardır:
“Elbette nev’-i beşer, bütün bütün aklını kaybetmezse ve maddî ve manevî bir kıyamet başlarında kopmazsa; İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’anın kabulüne çalışan meşhur hatibleri ve din-i hakkı arayan Amerika’nın çok ehemmiyetli cem’iyeti gibi rûy-i zeminin kıt’aları ve hükûmetleri Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında kat’iyyen Kur’anın misli yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mu’cize-i ekberin yerini tutamaz.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi)
Aslında tarihe baktığımızda Japonlar ve Ruslar İslamiyet'i kabul etmenin eşiğine kadar geldiler. 1904-1905 yıllarında meydana gelen Rus Japon savaşında, II. Abdülhamit döneminde Osmanlı, Rusların aleyhine Japonların lehinde istihbarat paylaşımında bulundu. Bu durum Japonlarla Osmanlıyı birbirine yaklaştırdı. Dostane ilişkiler gelişti. Böylece Ertuğrul Firkateyni (1890) olayı sonucu meydana gelen dostluk biraz daha ilerilere taşındı.
Osmanlı ateşe-militer ve murahhas sıfatlarıyla, Japon- Rus Savaşı’nı takip için Mançurya’ya giden Pertev Paşa, bu savaşı yakından takip ederek Japonların İslamiyet'i kabule hazır olduklarını rapor etti:
“Pertev Paşa sadece savaşın seyri hakkında bilgi aktarmakla kalmamış, II. Abdülhamid’e sunduğu 3 Haziran 1904 tarihli layihasında, Japonya’da resmi bir din kongresi teşkil edileceğinin bazı gazetelerde yazılmış olduğunu, fakat kendisinin henüz böyle bir çalışmanın Japonya’da başlatılacağı ile ilgili resmi kaynaklardan bir haber almadığını ifade etmektedir. Eğer böyle bir kongre yapılırsa Japonların ahlaken ve tabiatları gereği İslam Dini’ne, Hıristiyanlığa nazaran yatkın olduklarını şu şekilde ifade etmektedir:
“Kulları Japonya'dan avdet-i nâçîzânemden beri Tokyo'da Japonlar tarafından İngilizce olarak neşr olunmakda olan haftalık "Japonya Tayms" gazetesine aboneyim. Bu sâyede Japonya dâhilinde güzerân eden vekâyi‘-ı mühimmeye dâ'ir muntazaman ma‘lûmât almakdayım. Ahîran Avrupa gazetelerinden naklen Türkçe gazeteler Japonya'da resmî bir dîn kongresi teşkîl edilmek üzere olduğunu ve buna meşâhîr-i ulemâ'-i İslâmdan ba‘zılarının iştirâk etmek istediğini yazdılar. Kulları şimdiye kadar aldığım "Japonya Tayms" nüshalarında buna dâ'ir bir şey göremedim. O cihetle mes'ele-i ma‘rûzanın ne dereceye kadar doğru olduğunu bilemem. Ancak Japonya hükûmetince fi'l-hakîka bu yolda ciddî bir teşebbüs var ise Japonların dîn-i mübîn-i Ahmedî'yi Ortodoks, Katolik ve Protestan gibi Hıristiyân dînlerine tercîh etmeleri ağleb ihtimâldir. Daha Japonya'da iken hâkipây-ı şevket-ihtvâ-yı hazret-i hılâfet-penâhîlerine arza ictisâr eylediğim vechile Japonlar bugünki günde –kadınlarda adem-i tesettür, müskirâtın isti‘mâline cevâz gibi- ba‘zı âdât-ı zâhireden sarf-ı nazar, bir çok husûsâtda ahkâm-ı şerî‘at-ı garrâya muvâfık denebilecek sûrette davranmakdadırlar. Japonların ta‘kîb etmekde oldukları kavânîn-i ahlâkıyyenin birçoğu dîn-i İslam'da sarâhaten emredilmişdir.” (BOA, Y.PRK. ASK 240-5).
“Pertev Paşa layihasının devamında, böyle bir kongre gerçekleşirse, kongreye katılacak olan Din-i Celil-i İslam Hocası’nın bazı mühim evsafı haiz, maddi manevi ilimler bakımından donanımlı bir temsilci olması gerekliliği sadedinde; “Şu kadar ki Japonlara dîn-i mukaddesimizin yalnız zevâhirini değil, rûh ve gavâmızını dahi lâyıkıyla öğreterek onları inkâ‘ edebilmek ve aynı zamânda dîn-i İslâm'ın edyân-ı sâ'ireye karşı olan ruchân ve fevâ'idini ayân bir sûretde ortaya koymak için oraya gidecek ulemâ'-i İslâmın yalnız ahkâm-ı şerî‘at-i İslâmiyyeye değil edyân-ı sâ'ireye dahi mümkin mertebe esâslı sûretde vâkıf olması ve en çok müsta‘mel Avrupa lisânlarından biriyle ve meselâ Fransızca ve daha iyisi İngilizce ile tamâmen ifâde-i merâma muktedir ve hiç olmazsa bu lisânlardan birine mükemmelen vâkıf bir tercümâna mâlik.....” (Osmanlı Devleti Zaviyesinden 1904-1805 Rus-Japon Harbi, Dr. Hüseyin Hilmi ALADAĞ)
Evet, Pertev paşaya göre Japonya’daki resmi dini seçme kongresine gönderilecek hocanın vasıflı olması gerekirdi. Mezkûr hocanın İslam dini iyi bilmesi yetmez, diğer dinlerle alakalı derin bir malumata sahip olmalı ve derdini rahatlıkla Fransızca dilinde veya İngilizce olarak ifade edebilmeliydi.
Necip Fazıl’ın anlattığına göre İslamiyet'i tanıma ve tanıtma babında Japonya'dan İstanbul'a gelen bir heyet, onca tetkiklerine rağmen tahsis edilen hocanın nezaket kurallarının dışına çıkarak bet davranışları karşısında olumsuz kanaatlerle İslamiyet'i kabul etmeden Japonya'ya geri döndüler. Japonların İslamiyet'i kabul etme serüveni böylece olumsuz sonuçlandı.
Ruslar da 10. asırda İslamiyet'i kabul etmenin eşiğine kadar geldiler. Onuncu yüzyılda Rus Çarı Vladimir İslamiyet'i mi yoksa Hristiyanlığı mı kabul edelim diye çok düşündü. Fakat kültürel ve siyasi menfaatleri açısından İslamiyet'i değil de Hristiyanlığı tercih etti. Çünkü küçük bir grup olan Volga Bulgarları ona İslamiyet'e girmeyi teklif ettiler. Bunun karşısında Hristiyanlığı kabul ederek güçlü bir devlet olan Bizanslarla yakın olmak menfaatine daha uygundu. Vladimir üstelik Rus halkının şarap veya içki içmeden duramayacaklarına inanıyordu.
20. asrın sonlarına doğru, 10. yüzyıldaki gibi bir devr-i daim (benzer bir olay) yaşandı. 1 Ocak 1989 da Ayetullah Humeyni, SSCB’nin başındaki Gorbaçov'a halkıyla beraber toptan Müslüman olmakla alakalı teklif içeren bir mektup yazdı. Humeyni mektubunda komünizmi yıktınız, fakat şeytan Batı’nın da tuzağına düşmeyin tembihinde bulundu. Komünizm ve ateizm den uzaklaştıktan sonraki oluşan inanç boşluğunu İslamiyet hesabına biz dolduralım demeye getirdi. Uzunca mektubun sonu şöyle dedi:
“İran İslam Cumhuriyeti bugün İslam dünyasının en güçlü ve büyük üssü olarak sizin düzeninizi inanç alanındaki boşluğunu doldurabilir. Herhalde ülkemizin geçmişte olduğu gibi iyi komşuluk ve karşılıklı ilişkiye inancını muhafaza etmekte ve buna değer vermektedir.” (Bir Aydın Sapması, SF, 170, 3. Baskı, Beyan Yayınları, Ali Bulaç)
Humeyni'nin İslamiyet'i teklif ettiği Gorbaçov, onuncu asırdaki Vladimir gibi düşünerek onun gibi davrandı. İslamiyet'i kabul ederek irtibat kuracağı İran devletinden sağlayacağı bir menfaat yoktu Gorbaçov’a. Menfaat Batı’da, para Avrupa'da, güç Bizans'ın evlatlarındaydı. Dolayısıyla Gorbaçov, selefi Vladimir gibi davranarak “glasnost” parolası ile Batı’yı, İran İslam Cumhuriyetine tercih etti. Bir tren daha böylece kaçmış oldu.
Birinci Dünya savaşında iki sene esaret, iki sene de bizzat at sırtında onca fedakarlıklara katlanarak vatanını savunmak için savaşmaktan geri durmayan Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin, Batılı bir milletin toptan İslamiyet'i kabul ederek karanlığa gömülen Alem-i İslam'ın bu kötü gidişatını durdurabilme hayal, beklenti veya tasavvurları, sadece yazılarında kalmadı bu düşüncesini ikili konuşmalarında da dile getirdi:
Avrupa, bir İslâm Devleti’ne hamiledir, günün birinde onu doğuracak
Camiu’l Ezher'de Müderrislik yapmış ve 1914 yılında Mısır müftülüğü de yapacak olan Şeyh Bahit Efendi, 1908 yılında meşrutiyetin ilanıyla sosyal beşerî dönüşüm karşında Osmanlıda meydana gelen değişikliği daha yakından takip etmek üzere İstanbul'a geldi. Tanıştığı Bediüzzaman'a; “Osmanlının ve Avrupa'nın geleceğini nasıl görüyorsun?” sorusuna Said Nursi: “Avrupa, bir İslâm Devleti’ne hamiledir, günün birinde onu doğuracak. Osmanlılar da Avrupa ile hamiledir, o da onu doğuracak.” cevabını verince Şeyh Bahit: "Bu gençle münazara edilmez” hükmüne vardı. Bu diyaloğun üzerinden bir asırdan fazla zaman geçti. Osmanlı’dan Avrupalı bir Türkiye Cumhuriyeti devleti doğdu mu, doğdu. Avrupa'da bir İslam devleti veya milleti doğdu mu? Bilmiyoruz. Birinci öngörünün çıkması ikinci öngörünün de bir gün muhakkak olacağının alamet ve işaretidir. Fakat bu öngörüden, İseviyet ruhunu taşıyan Avrupa’nın ikinci kısmanın İslam'a yakınlaşacağı şeklinde bir hüküm çıkarmak da mümkündür.
Taze kan anlamına gelecek şekilde güçlü bir milletin toptan Müslümanlığı kabul etmesinin bizim için ne ifade edeceğini anlamak babından sürgünlerden ve göçlerden örülü acılı tarihimize de bir göz atmamız gerekir.
Gökhan Gökçe, “Rumeli’ye Veda” adlı romanında, Balkanları terk edişimizin hüznü, sıkıntısı daha doğrusu felaketinden bahseder. Yahya Kemal’in tabiri ile bu kadar bizden ve ruhumuzdan olan Rumeli'yi, Balkanları kaybetmenin acısını tarif etmek mümkün değildir. Üsküplü milli şairimiz, bu durum karşısında şok üstüne şok yaşadı ve “Sessiz Gemi” şiirinde rıhtımdan kalkan bir gemi metaforuna baş vurarak Balkanlar’dan ayrılmanın hüznünü iliklerine kadar derinden derine duyduğunu ifade etti.
Artık Balkan topraklarından dönüş başlamıştı. Yaşlılar, çocuklar, aileler yollara revan oldular. Hasta ve yaralılarla, yaşlılarla böyle bir yolculuğu yapmak tarifsiz acılar yaşatıyordu. Üstelik Yunan ve Bulgar halklarının yaşadığı yerlerden geçerken eşkıya baskınlarına da maruz kalıyorlardı. İşte tam bu göç esnasında acı fakat tarihe not düşen bir konuşma gerçekleşir romanın kahramanları arasında:
“Atalarımız gayret etti, çalıştı Boşnaklar ve Arnavutlar Müslüman oldular. Zaten göçenlerin arasında bizimle beraber onlar da var. Anadolu'ya doğru beraber yollardayız. Fakat daha sonra iş bize düştü. Atalarımızın Boşnak ve Arnavutların Müslümanlaşmasına vesile oldukları gibi, biz de çalışarak Bulgar ve Yunanların Müslümanlaşmasına sebep olsaydık, bu Balkan topraklarından kimse bizi söküp atamazdı, atsalar bile onların topraklarından geçerken çete baskınlarına maruz kalıp yollarda sersefil kalmazdık.”
Bu diyalog veya tespit, romanın en orijinal tarafını temsil eder. Çünkü Yunanlılar ve Bulgarlar Anadolu ile Müslüman Arnavut ve Boşnakların yaşadığı toprakların arasında irtibatı koparan en önemli coğrafik etkendi, mâni idi. Bir zamanlar her biri Osmanlı gibi bir devlet çatısı altında olduğundan bu risk zamanında fark edilemedi.
İslamiyet'in günümüze kadar gelip dayanmasında başka milletlerin Müslümanlığı kabul etmesinin önemi büyüktür. İslamiyet önce Arapların içinde gelişip büyüdü. Daha sonra Türk milleti Müslüman olarak İslam bayrağını daha ilerilere götürmeseydi, Binnabi’nin (Malik bin Nebi) de tespitiyle, dinimiz çıktığı yer olan çöllere geri dönerdi. (Allah u alem)
Günümüzden Osmanlı tarihine; geriye doğru baktığımızda görüyoruz ki Balkanlarda Arnavutların ve Boşnakların İslamiyet'i kabul etmesi Osmanlının en büyük açılımı ve kazanımıydı. Devlet, siyaset, güç ve kuvvet gelip geçiyor fakat bu güç ve imkanla temin edilen bir milletin hidayeti ise kıyametlere kadar devam edebiliyordu.
Moğollar özellikle 13. asırda İslam beldelerini yaktılar yıktılar. Fakat daha sonra Cengiz Han’ın devleti pek çok parçaya bölündü. Müslümanlarla savaşan Moğolların bir kısmı daha sonra Müslümanlığı tanıdı ve Müslüman oldu. Öyle ki parçalanan Cengiz Hanın topraklarında Timur İmparatorluğu gibi bir Müslüman devleti dahi teşekkül etti.
Evet, artık vazife göremeyen Müslümanlara mukabil İslamiyet'i haysiyetle temsil etme konusunda daha elyak bazı milletlerin toptan bu işin içine girerek boyunduruğu ayağa kaldırabileceklerine dair ümidimizi kamçılayan bir ayetle konumuzu bağlayalım:
“Eğer siz dinden dönerseniz sizin yerinize Allah başka bir kavim getirir.” (Maide 54)
Bir milletin İslamiyet hesabına dirilmesi ancak iki şekilde olur. Ya bir Müslüman millet dirilişin dinamiklerine uyar ya da zaten maddeten dirilmiş bir millet toptan İslamiyet'i seçer. Alemi İslam'ın genel manzarasına göre ikinci şık daha mümkün gözüküyor.