Devlete itaatin sırrı ve sınırı var mıdır? Bir devlet vatandaşından mutlak itaat bekleyebilir mi? Hukuksuzluğun ve keyfi muamelenin çaresi çözümü var mıdır?
Devletin varlığını zaruri ve mantıklı kılan iki sebep saik vardır. Yani toplumlar, iki zaruretten dolayı devlet kurmuş ve devletler halinde yaşamaya karar vermişler. Dışardan düşmanlara karşı korunabilmek ve içerde halkın daha çok adalet ihtiyacını karşılamak gayesi ile daha iyi organize olmak için devlet olmaya ihtiyaç vardır.
Herkes kendi işini gücünü bırakıp düşmanlara karşı kendini korumaya kalkması mümkün değildir. Bu durum ayrıca bir kargaşaya da sebebiyet vereceğinden insan ve toplum hayatının devamlılığına sekte vurur. Bu koruma ve kollama hizmetleri için devlet asker besler ve bürokratik harcamalar yapar. Vergileri bunun için veririz.
Fakat diğer taraftan toplumların işleyişini deruhte etme ve harici düşmanlara karşı koruma sebebiyle devlet toplum ve birey karşısında büyük bir güce ulaşır. Devleti idare edenler de bu gücü şahsın ve toplumların aleyhinde kullanmasınlar diye hukuk yapısı altında mahkemeler devreye girer. Bu bağlamda hukukun asıl görevi dev bir güce sahip olan devlet aygıtına karşı bireylerin ve halkların hak ve hukukunu korumaktır. Devletle birey karşıya karşıya geldiğinde bireyin içinde bulunduğu acz ve zaafiyetten dolayı kendi hakkını devlet gücü karşısında koruması mümkün değildir. Tersi de söz konusu olabilir. Devletin imkanlarını devletçilik hesabına suistimal edip de devletin zarara ve ziyana girmemesi için de yine mahkemelere ve sağlam bir hukuk yapısına ihtiyaç vardır. Çünkü birey toplum ve devleti kesin bir çizgiyle birbirlerinden ayırmak, bağımsız ele almak mümkün değildir. Zira bireyin olmadığı yerde toplum, toplumun olmadığı yerde de devlet olmaz. Fakat yukarda da ifade etmeye çalıştığımız gibi devlet erkinin gücünü kullanan bireylerin mütecaviz olmamaları ve ellerine geçirdikleri güçle zayıfları ezmemeleri için kuvvetli ve gerçekten bağımsız bir hukuk yapısına ihtiyaç vardır.
Ya hukuk da bağımsızlığını koruyamazsa? Çoğu zaman üçüncü dünya ülkelerinde, demokrasinin tam gelişmediği yerlerde hukuk, devletin yetkilerini kullananlar tarafından esir alınır. Hukuk birilerinin dayanıp ayakta durmasını sağlayan bir bastondur artık. Devletin yönetim hakkını ele geçirenler, hukuk engelini aşıp şahsi nüfuzlarını artırmak için devlet der otururlar devlet der yatarlar. Bu olanlar keyfimize gelmiyor demezler de “devletin menfaati zedeleniyor” derler. Kendi hata ve kusurlarını ifade edilmesi ve haberleştirilmesini devletin zaafa düşürülmesi olarak gösterip zayıfları ezerler.
Bu gücü temsil eden zümre daha çok ve sınırsız güce ulaşabilmek için su- i istimal edecekleri devlet mekanizmasını halkın nazarında büyüttükçe büyütürler. Devleti dokunulmaz ve beşer üstü kılarlar. Fakat maksat kendi menfaatlerini koruma altına almaktır. Öyle ki kendi menfaatleriyle devleti devlet yapan umde, yasa ve kurallar karşı karşıya gelince her şeyi delik deşik ederler. İşin garibi devleti mahvetmeyi de yine devletçilik söylemleri altında yaparlar. Allah bu güce tapan güruhun şerrinden bütün Ümmet-i Muhammedî korusun.
Derken devlet bir totem ve put haline getirilir. Aslında bu devleti idare edenlerin kendi heva heveslerini totem olarak görmelerinden başka bir şey değildir. Çünkü devletin dümenini ele geçirilmediği önceki dönemlerde muhalefet yapmakta olan bu idaredekilerin devleti ve devletçiliği şiddetle reddetmiş olduklarını görürsünüz. Fakat hasbelkader devletin idare dümenine geçildiğinde ise ayni insanlar bu sefer devlet adına yapılan icraatlarının tenkit edilmesine asla müsaade etmezler. Devlete kıyısından köşesinden dokunan alimallah yanar.
Bir zamanlar muhalefetteyken devleti patates çuvalı gibi yerden yere vuran bu insanlar devlet mekanizmalarını ele geçirince neden bu denli devletçi kesilmiş ve hata kabul etmez hale gelmişlerdir? Bu dönüşün sırrı nedir? Devlete olağanüstü saygı gösteren bu insanların aynı şeyi iktidarda değilken de yapması gerekmezler miydi? Devletin kestiği parmak acımaz kardeşim, devletimiz doğru yanlış ne yaparsa yapsın boynumuz kıldan incedir, demeleri gerekmez miydi? Devlete laf kondurmayan bu idarecilerin muhalefet zamanlarında devleti de devletçiliği de tenkit etmiş ve devleti tağut olarak görmüşlerdir. Tağut ne demektir? Tağut, Allah’a tevhit nizamının karşısında yerle bir edilmesi gereken sistem, inanış demektir.
Demek ki bu tufeyli grup devletçilik kılıfı altında nefis ve gururlarını koruma altına almışlar; insan haklarına uysa da uymasa da devletin her aldığı karara uyun diyerek nefislerine halkı tapınmaya zorlamışlardır. Kendilerinin yapmadığı şeyi insanlardan bekleyerek devletçilik kılıfı altında bir firavun düzeni kurmuşlardır. İşine gelmedikleri her kanunu peynir ekmek gibi değiştirmeleri devlete değil de aslında onların nefislerine taptıklarını gösteren en açık delil ve ispatımızdır. Bunlara devletin hiçbir mekanizması hesap soramaz; layüseldirler. Devletçilik hesabına devletin ve halkın canına okurlar.
Devletin sağlamış olduğu imkân ve güç idareci kesimi azgınlaştırdığından ötürü nefis ve ruh terbiyesi devletin gücüne talip her insan için şarttır. Devletin gücü kendine emanet edildiği halde nefsine mağlup olmayan Osmanlı Sultanların nasıl bir ruh terbiyesi aldıkları ve hayat boyu bu terbiyeyi sağlayan yanı başlarında daima hocalarının bulunduğunu hatırlatmama gerek var mı? Ruh ve ahlak terbiyesi Kuran hafızı olmak değildir. Namaz kılmak da değildir. İyi ezan okumak da değildir. Bütün bu hayırlı işleri yapanların ahlâk ve ruh terbiyesi almış olduğunu farz ederiz ve yanılırız. Ahlak ve ruh terbiyesi daha çok kendini icraatlarında muamelatlarında ve davranışlarda gösterir.
Mesela rüşvet besmeleyle alındığında ahlaki bir davranış haline gelmez. Masum insanları cihat ayetleri okuyarak zulmetmek zalim idarecileri mesuliyetten kurtaramaz. Ahlaklı yapmaz. İki rekât namaz kıldıktan sonra milletin malını gasp etmekle alakalı kanunları onaylamak bu durumu hırsızlık ve rüşvet çerçevesinin dışına çıkarmaz. İlk önce bizi kötülüklerden uzaklaştırmayan böyle bir namaz ötelerde yağlı bir paçavra olarak suratımıza çarpılabilir.
Onun için diyoruz ki yönetim gücünün ve paraya dayalı imkanların insanı bozmaması ve ahlakını tahrip etmemesi için yöneticilerin ruhî ve ahlaki bir terbiyeden geçmeleri gerekir. Bu ruhi ve ahlaki terbiye alanlar kendi nefsani ve keyfi istekleriyle devletin isteklerini birbirine karıştırmazlar. Mesela devletin izzetiyle kendi izzetlerini birbirilerine karıştırmazlar. Devletin sermaye gücünü kendi sermaye güçleri gibi görüp sahiplenme zilletini cürmünü işlemezler. Fedakarlıkta bulunup kendi imkanlarını devlet ve milletlerinin menfaati için kullansalar da devletin imkanlarını çıkar sağlamak hesabına sarf etmekten Allah’a sığınırlar.
Bu adil idareciler görevden ayrılırken sahip oldukları sermayeleri göreve başladıkları zamanki sermayelerine neredeyse denktir ve izah edilebilir. İşte devletin ve kamunun imkanlarını ticaret süsü vererek herhangi bir servet oluşturma peşinde olmayan bu adil imamalar uyulur da itaat de edilir. Böylelerinin idaresinde olan yerler cennet bahçelerinden farksız, Hızır meclislerine denktir.