Temel oluşturma, toplumu hazırlama önemli bir iştir. Deli Petro (1672- 1725) bu günleri hazırladı, Rusya'nın Rusya olmasını sağladı. Onlara küresel bir devlet olma idealini aşıladı. Bu hazırlık dönemi olmadan veya bir millete misyon kazandırmadan yapılan fetihlerin, muhaceretlerin veya çekilen sıkıntıların bir faydası olmazdı. Napolyon'un Fatih sultan Mehmet'le alakalı itirafı bunu gösteriyor. Gidilen yerlerde kalındığından ve yerleşildiğinden dolayı Napolyon Fatih’i kendinden daha büyük görür. Osmanlıdaki fetih politikalarından ötürü sisteme yatırım yapmasından dolayı 1402’de Ankara Savaşı’nda Osmanlı’nın yenilmesi daha sonraki zamanlarda Osmanlı’nın ilerlemesine, gelişmesine mâni olamadı. Yıldırım’ı yenip Osmanlı hanedanını riske atan Timur (1336-1405) ise sisteme, maneviyata, kültüre, ilmileşmeye ve alt yapıya değil de daha çok kendine zafer endeksli bir yatırım yaptığından başarıları kendi vefatı ile sınırlı oldu. Devleti uzun ömürlü olamadı. Hâlbuki o da Yavuz gibi dünyanın tek hâkimi olmak istiyordu.
Bu maddi ve manevi hazırlığı yapıp sosyal yapıyı buna göre hazırlayanların kurduğu medeniyet, köklerinin derinlere kadar inmesi mesabesinde büyük ve uzun ömürlü oldu. Burada bazan bir veya bir nesilden daha uzun süren bu hazırlıkları konuşacağız. Kalplerde, gönüllerde bu hazırlığın meydana gelmesine sebep olan medeniyetlerimizin ruh mimarlarını ve mana sultanlarını hatırlayacağız.
Muasp Bin Umeyr
Mekke'de işler sarpa sarmıştı. 13 yıllık tebliğ ve peygamberlik vazifesi karşısında gök bakır yer demirdi. Mekkelilerin kalpleri Mekke'nin dağları gibi sert ve katıydı. Tebliğ arttıkça baskı dayatma ve zorbalık da arttı. Dayanılacak gibi gözükmeyen bu baskılar karşısında Peygamberimiz(sav), amcasına; “bir elime Ayı diğerine Güneşi verseler ben davamdan vaz geçmem” demek zorunda kalacaktı. Bunca bunalmışlığa, sıkışmışlığa bir çıkış yolu olsun diye Habeşistan tecrübesi yaşandı. Fakat bu da yeterli değildi. Beklenen açılım istenen ferahlama gerçekleşmedi.
Böyle bir sıkıntılı ortamda Peygamberimiz(sav) Musap Bin Umeyr’i Yesrib’e Medenileşmesi için gönderdi. Musap Medinelileri kısa zamanda Mümin muhacirlerin göç etmelerine müsait hale getirdi. Soylu bir aileden gelen Musap, kısa zamanda Medine'de girmediği ev soluğunu ulaştırmadığı kimse bırakmadı. Peygamberimizin(sav) Medine'yi Müslümanlığa ve hicrete hazırlamak için göndermesinde Musab’ın (r.a) soylu bir aileden geliyor olması üzerinde ayrıca durmak gerekir. Halifeliği döneminde Hz. Ömer (r.a), İran’ın Fatihi Sa’d Bin Ebi Vakkas’a görevlendireceği idarecileri yüksek tabaka kimselerden seçmesini istedi. Çünkü toplumun üst sınıfından gelen idari amirler, rahat hareket edip toplumun ileri gelenlerine vazife tevzinden veya söylenmesi gerekenleri söylemekten çekinmeyerek herkesle çok rahat muhatap olabileceklerini içeren bir name(ferman) yazıp gönderdi. Herkesle muhatap olma açısından Musap (r.a) biçilmiş bir kaftan gibiydi. Akabe Biatlarında Peygamberimizle(sav) görüşen Medineli 6 kişi Peygamberimizden(sav) dinlerini öğretmesi için bir mürşit talebinde bulundular. Efendimiz(sav) de Musap Bin Umeyr’i(r.a) işaret etti, onlara mürşit olarak gönderdi.
Medine'ye varan Musap (r.a) saygın bir insan olan Es’ad İbn Zürare’nin evinde misafir kaldı. Namazlarını beraber kıldılar. Musap’a gittiği yeni bir toplumda soylu ve etkili bir insanın yardımcı olması işini kolay kıldı. Kabile reisleri olan Sa’d İbn Muaz ve Üseyd İbnı Hudayr, Es’ad’ın akran ve akrabalarıydı. Kısa bir zaman içinde Medine’de evlerine girilmedik insan kalmadı. Öyle ki panayır zamanı (Ukaz Panayırı) Musap Medine’den (r.a) Mekke'ye Peygamberimizle(sav) tanıştırmak üzere 75 kişiyle geldi. Ve onlar Mekke'deki Müslümanları vatanları olan Medine’ye ölümüne davet edip bağırlarına basacaklarına söz verdiler.
Taif
Peygamberimiz aslında ilk önce Mekke'nden Medine'ye değil de Taif’e hicret etmek ve yerleşmek istiyordu. Müslümanlara yurt arıyordu. Fakat Taif Peygamberimizi(sav) çok soğuk karşıladı ve taşladılar. Hatta Taif’liler Peygamberimizin(sav) anne tarafından akrabaları olmalarına rağmen Mekke’ den daha serttiler. Taif, böyle külli bir muhacerete uygun değildi.
Buas gibi bir asırlık süren harplerinde Medinelilerin gelenek ve göreneklerini yaşatacak olan yaşlı kesimin bu savaşlarda ölmesinden dolayı Medine'de İslamiyet Mekke'den daha hızlı yayıldı. Bu sosyal durum Mekke'nin aksine yeni bir din olan İslamiyet'in yani Musap bin Umeyr’in anlattıklarının kabulünü kolaylaştırdı.
Anadolu’nun Mana Sultanları
Sadettin Köpek gibi basiretsiz vezirlerin isyanından ve Moğollarla yapılan Kösedağ Savaşı’ndan (1243) sonra Anadolu Selçuklu Devleti resmen dağıldı (1308). Anadolu beylikleri gibi parçalanmış bir dönem başladı. 1071 Malazgirt'le Anadolu'ya tam girildiğini düşünürsek öyle veya böyle Anadolu üzerinde etkisi olan Mevlâna Celalettin Rumi (1207 – 1273), Sadrettin Konevi (d.1209), Muhammet İbn Arabi (1165, 1240) Hacı Bektaşi Veli (1209,- ö. 1271) Yunus Emre (1238, 1328) ve Toptuk Emre (d. 1210-1215- ö.?) gibi mana sultanları bu topraklarda kısa zamanda derinlemesine kök saldılar. Evet bunlar ve benzerleri o çağın Musaplarıydı. Eğer bu mana ve hilim sultanları tekke, zaviye ve ilim ve zikirleriyle kalplere gönüllere işlemeselerdi Kösedağ Savaşı’yla yenilen Anadolu Selçuklu Devletin’den sonra İslamiyet Anadolu’da tutunamazdı. (Allah u alem)
Balkanları mayalayan Sarı Saltuk
Osmanlı devleti Orhan Gazi'nin büyük oğlu Süleyman Paşa’nın gayretleri ile Balkanlara açıldı. Gelibolu’daki Bolayır’da atının tökezlemesi ile vefat eden Paşa’nın askerleri cesedin yanı başında el le tutuştular ve bu yoldan ayrılmayacaklarına yemin edip söz verdiler.
Fakat Balkanları İslamiyet'e hazırlama ve fetihlerin kalıcı olmasını sağlama işi Sarı Saltuk gibi mana sultanlarının işiydi. Sarı Saltuk Hazretleri Balkanları bir baştan bir başa tekkeleriyle zaviyeleriyle donattı. Bugün Makedonya'nın Ohri şehrinde bulunan “Sveti Naum” ve Bosna’daki bazı tekkeler zamanın Sarı Saltuk tekkeleridir. Yani Sarı Saltuk Hazretleri Balkanları bir baştan bir başa mana hamuruyla yoğurmuştu. Sarı Saltuk Hazretleri Balkanlarda ifa ettiği Musaplık görevinden ötürü “Saltukname” kitabını Fatih Sultan Mehmed’in oğlu Cem Sultan, derlenmesine vesile oldu.
Fetihten önce İstanbul’da bir mahalle ve Cibali Baba
İstanbul’un da Müslümanlaşması Fetihten çok öncelere dayanır. Yıldırım Bayezid’in (1389-1402) isteği üzerine İstanbul’da içinde cami bulunan bir Türk mahallesi kuruldu. İmparator II. Manuel, Yıldırım Bayezid’in 1391 yılında yedi ay süren birinci İstanbul kuşatmasından sonra zor durumda kalınca barış teklif etti. İki taraf arasında yapılan antlaşmaya göre İstanbul’da Sirkeci’de Müslümanlara 700 ev tahsis edilerek bir Müslüman mahallesi kurulması; bu mahallede bir cami inşa edilmesi, Osmanlılar tarafından bu mahallede yaşayan Müslümanların kendi aralarında veya Bizanslılarla olan anlaşmazlık davalarına bakmak üzere bir kadı tayin edilmesi kabul edildi. Büyük bir ihtimalle Fatih’in surları dövdüğü esnada “gıyavurcuklarımı koru Ya Rabbi” diye yalvaran Cibali Baba bu mahallede meskûn ve gayr ı Müslimlerle yaşayan bir Allah dostuydu.
Kuva-yi Milliye ve Anadolu
Bu günkü Türkiye devletinin kurulmasında da Kuva-yi Milliye ruhunun tesiri büyüktür. Sevr Anlaşmasıyla (10 Ağustos 1920'de) düzenli ordu fes edilince birinci dünya savaşının hemen akabinde halk kendi imkanlarıyla silahlı direniş grupları oluşturdu. Mustafa Kemal Anadolu'ya 9. kolordu komutanı gibi hem mülki hem de idari amir olarak atanıp üstün yetkilerle gönderildiğinde bu tür silahlı direnişler yani Kuva-yi Millîye teşekkül etmişti. Bu bakımdan Kuvayi Milliye ruhu her medeniyetin teşekkülünde olması gereken bir ruhtur.
Taceddin Dergâhı
Daha da ötesi milli Mücadelenin temelinde dini ve milli bir ruh hakimdi. Mehmet Akif, Kastamonu’da Nasrullah camisinde hararetli vaazlar verdi, konuşmalar yaptı. Camilerin pek çoğunda halk başta Buhari gibi dini kitapların okutulduğu ders halkalarına katılıyordu. Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Halide Edip gibi edipler dahi halkı dini ritüeli olan konuşmalarıyla halkı galeyana getirdiler. Taceddin Dergâhı İstanbul'daki insan gücünün Anadolu'ya, Ankara'ya geçmesinde çok önemli bir rol üstlenmişti. Akif gibi alim ve entelektüel pek çok kimse bu dergâhın imkanlarından faydalandılar.
Evet bir yerleri yurt edinip vatan haline getirmenin en önemli şartı oralarda manevi bir dirilişi temsil edip gönüllere girebilmektir. Bu bakımdan Medinelerden Anadolu'ya İstanbul'a kadar bu işi zamanın Musapları yaptılar. Toplumu mana hamurunda yoğurdular. Hem de öyle bir yoğurdular ki Balkanların Musabı olan Sarı Saltuk gibiler öyle bir gönüllere girdiler ki Osmanlı oralardan yıkılıp gideli bir asırdan fazla zaman olmasına rağmen dinimiz ve kültürümüz halen daha oralarda hayatiyetini devam ettirmektedir.
Allah hepsinden razı olsun. Amin!