Bir şehri meydana getiren mimari insan ihtiyaçlarını gidermek içindir. Yollar, köprüler ve dahası binalar hep insanların gereksiniminden kaynaklanır.
Fakat bu insanların tabi ve doğal ihtiyaçlarını karşılamak için yapılan bu tür eserlerin bazılarında insanlığın ezildiğini ve zulmün kibirle beraber payidar olduğunu görürüz.
Örneğin insanların ihtiyaçlarını karşılasın diye kurulan şehirlerimiz ne derece insan hayatına uygun ve sağlığımıza elverişlidir? Yaşadığımız binalar bizim aile ilişkilerimizin kuvvetlenmesine ne kadar katkı sağlıyor ne kadar zarar veriyor? Şu an sosyal hayatımızda dinimize göre komşuluk hakkı diye ayrıca ele alınıp değer verilen mefhumdan eser kaldı mı? Yaşadığımız apartmanlar komşu ilişkilerimiz açısından tam bir mezaristanı andırmıyor mu? Bir elma veya meyve, çekirdekten ibaret olmadığı gibi bir aile de çekirdekten ibaret olmamalı. Bulunduğumuz evlerimiz maalesef babaanneyi de sildi dedeyi de sildi attı. Dede ve torun halkasına yer olmayan bir dünyada huzurdan da nurdan da bahsedemeyiz. Tamamen betonların hâkim olduğu ve dolayısıyla yeşilin yok olduğu İstanbul veya Ankara gibi bir şehir planlayacaklarına mezarlık planlasalardı daha iyiydi. Bu betonlaşmanın içine bütün Ortadoğu devletlerinin Başkentleri maalesef dahildir.
Yeşilin öldüğü şehirlerde insanlık da ölür, yaşam da. Düşünebiliyor musunuz mezarlıklarımız bile şehirlerimizden daha yeşil ve daha huzurlu. Fakat orada yatanların ne oksijene ne de temiz havaya ihtiyaçları vardır.
Fakat kabahati kendimizde aramalıyız. Yollarımızın uzunluğu ile övünür, gökdelenlerimizi görünce mutlu olur, köprülerimizle şaha kalkarız. Bu zaafımızı bilen iktidarlar da gökdelenlere gökdelenler ekler, kanal projeleri ile şehrin boğazını keser, köprü üstüne köprü yaparak bizi kendine hayran bırakmayı başarırlar.
Başarırlar lakin neticede zülüm ve kibir şehirleri oluşmaya başlar. İnsanlığın yok sayıldığı, insana rağmen vücut bulan şehirler oluşur. İnsanî hasletleri bir kenara atarak şekle önem vermek Aristo’nun mimesis mantığına uyarak estetiği ve varlığı maddede aramak demektir ki bu aynı zamanda manayı öldüren ciddi bir zülüm ve kibir yoludur aziz dostlar!
Fakat doğayla barışık, insanı kucaklayan şehirler de vardır.
Bundan yıllar önce İsviçre'nin Zürih kentine gittiğimde şaşırdım ve şok olmuştum. Çünkü zenginlik ve refahın zirve yaptığı bir beldeye gidiyordum. Gökdelenler ve koca koca lüks binalarla şehrin cıvıl cıvıl ve pırıl pırıl olacağını hayal etmiştim. Çünkü İstanbul'dan daha varlıklı ve lüks olan bir şehir böyle olmalıydı. Fakat bu denli sadeliği görünce hayal kırıklığına uğradım. Şehre resmen ormanların içinden geçen bir yoldan girdik. Sabah kalktığımda şehrin göbeğindeki ağaçların arasından bizim Karadeniz köylerinde olduğu gibi sis ve duman bulutu kalkıp yükseliyordu.
Şehir doğayla barıştığında insanla da barışıktır.
Şöyle bir etrafınıza ve tarihe bir bakın, zalim tıynetli idarecilerin yollarla binalarla yani müteahhit işleriyle ilgilenmeleri tesadüf değildir.
Mısır'a gideriz Piramitlere hayranlık duyarız. Esrar ve harikalığı ile alakalı belki binlerce film ve belgesel yapılmıştır. Yapılmıştır fakat bu dev Piramitleri o dönemde yaptıranların zalim olduğunu ve bu ehramların oluşumunda sayısız kölenin kan kusarak çalıştırıldığını unuturuz.
Ehramlar gibi yapılan yollar ve gökdelenler kimin faydası için yapılır? Zalimlerin saltanatının garantisi olması adına halkın gönlündeki büyüklük düşüncesinin çalınması için yapılır. İnsanoğlu eserden müessire geçer çünkü. “Eseri dehşet büyük olanın kendi de muazzam büyüktür” diye düşünür.
Ve bu dev yapıtlarla kibir dev bir görüntü elde eder.
Seneler önce Bükreş'te Çavuşesku'nun sarayını ziyarete gitmiştim. Bin taneden fazla odası varmış sarayın. Muazzam bir saray. Rehberimizin anlattığına göre; Çavuşesku, bu sarayın merdivenlerinden biri istediği gibi olmadı diye mühendisini öldürtüyor yeniden yaptırdığı o merdivenlerin temeline de o mühendisi gömdürüyor. Sarayın her kapısına bakan sokaklardaki simetri ve mimariye de hayran olmamak mümkün değil tabi. Paris Şanzelize caddesini taklit etmiş.
Sarayın şahsında zülüm taş taş dizilmiş ve göğe doğru çığlık olup yükselmiş.
Hz. İbrahim “Güneşi batıdan doğurup doğudan batıran bir Rabbim var deyince” (Bakara, 258) gerçek büyüklüğün kendine ait olduğunu göstermek isteyen Nemrut, gayet yüksekçe bir kule yaptı. Ve Alemlerin Rabbi’ne ok atmayı denedi, zavallı.
Şimdi düşünüyorum da; Nemrut'un mühendisleri bu kadar yüksek ve büyük bir kule yapmamış olsalardı Nemrut’un kalbinde Alemlerin Rabbine ok atacak kadar gurur ve kibir meydana gelebilir miydi?
Zalimler ve avaneleri Allah’a dayanacaklarına yaptıkları altın tasmalı köprülerine, suyun yaratılışını görmeyip inşa ettikleri barajlarına, ölünce toprağın altında kaybolacaklarını unutup gökdelenlerine, saraylarına güvenip dayandılar. Ve de aldanarak aldattılar.
Bir de insanların manevi ihtiyaçlarını karşılamak üzere temelinde hidayet, ihlas ve Allah’la irtibatın olduğu binalar vardır. Mekke’deki çok mübarek ve alemlere hidayet kaynağı olan Kâbe böyle bir binadır (Al-i İmran, 96). Çünkü, Kabe’nin yapımında Hz. İbrahim’le Hz. İsmail, Rablerine gönülden yalvarıyor ve gözyaşlarıyla dua ederek çalışıyorlardı (Bakara,127).
Biz de yıllarca elimizdeki imkanlarımızı kullanarak iyi bir eğitim vermek amacıyla dualarla, niyazlarla, fedakarlıklarla modern kolejler, binalar yaptık. Kâbe misal bir neslin hidayetine vesile olan bu binalarda biraz zaman geçtikten sonra bazı müesseselerimiz itibarıyla burada çalışan öğretmen veya personelin hakkına hukukuna tam riayet edemediğimiz oldu mu?
Veya bazı lüzumsuz binaların yapımında kullandığımız sermayeyi bir neslin daha etkin rehberlik yapılacağı alanlarda kullanamaz mıydık?
Pek çoğunun temeli ihlasla ve fedakarlıklarla atılmış olsa da nihayetinde binalarımızın hidayet vericiliği ve rehberlik özelliğinin Kâbe gibi ilâhi bir teminat altında olduğunu söyleyemeyiz.
Bu durum ince bir terazidir. İnsana hizmet etsin diye yapılan bina, okul, köprü, ehram, yollar, şehirler..vb eğer zamanla ciddi hakların mahrumiyetine sebep olmaya başlıyorsa o hayır tabloları zamanla değişerek zülüm ve kibir tabloları haline gelebilir.
Böyle bir değişimden Allah’a sığınıyoruz.
Hüseyin Odabaşı