Peygamberimiz’in (sav) hadislerinde belirtilen herç gibi bir dönemi yaşıyoruz (Buhari, fiten, 7067). Hulefa-i Raşidin’in son döneminde böyle bir karışıklığı ve fitneyi ilk defa gördü Müslümanlar. O hale geldi ki Abdullah Bin Zübeyir korumasındaki Kâbe bile bizim gibi Müslüman biri olan Haccac ve ordusu tarafından mancınıklar atılarak taşlandı.
Selçuklu’nun sonunda Osmanlı Devleti 1299’da kurulana dek Anadolu'da Orta Asya taraftan Moğolların diğer tarafta Haçlı Seferleri’yle büyük bir karışıklık, herç ve fitne dönemi yaşandı. Osmanlının Karlofça Antlaşması’ndan (1699) itibaren Müslüman coğrafya, yeniden bir herç ve fitne dönemine girdi. Osmanlı’nın yıkılması ile birlikte ne Balkanlar’da ne Ortadoğu'da velhasıl Müslümanların yaşadığı hiçbir coğrafyada huzur sükûn ve düzen kalmadı.
Şimdi de üç asırdan beri devam eden fitnelerin nirvanasını yaşıyoruz. Yirmi senelik Siyasal İslam iktidarı Türkiye'yi uçurumun kenarına kadar getirdi. Ekonomiden ticarete oradan eğitime oradan dine kadar bozulmayan bir şey kalmadı. Ekonomik bozulmayı her aklı çalışan normal insan idrak edebilse de dini ahlakî ve imanı boyuttaki tahribatı anlayabilmek biraz daha derin analizler gerektirebilir. Mesela halkın dinini temsil eden Diyanet teşkilatı, pazar ve piyasadaki fiyatların artışını Allah’a bağladı. “Bu fiyatları Rabbimiz yükseltiyor biz daha ne yapalım ki” demeye getirdi.
Yani dostlar tuzun da tuzcunun da kokmaya başladığı fitne günleri bu günler. Her daim Allah’tan ve dininden yana olması gereken diyanet, hükümetin ve devletin menfaatlerini koruma endişesi ile dinine ve Rabbine ihanet etti. Bir zamanlar Yahudilerin; “Allah fakir, biz ise zenginiz.” sözü ile ihanet etmeleri gibi ihanet etti (Al-i İmran, 181). 300 bine yakın hoca personeli bulunan koskocaman diyanet teşkilatı kendi kul idarecilerini temize çıkarmak için Rabbine çamur attı, daha ne olsun. Bu tavırlarıyla Selman Rüştü’nün şeytan ayetlerine yaklaşmalarına bir parmak kaldı.
Bu kokuşmaya engel olması gereken iyilerin güzel insanların durumu ise içler acısı. Hz. Yusuf’un Ninova’yı terk etmesi gibi vatanlarını baskıyla zulümle terk etmek zorunda kaldılar. Geride kalanlar ise pasivize edildi. Yani bir Hizmet Hareketi aslında bir araya gelmesi mümkün olmayan şeytani yapılar tarafından susturuldu. Sesi kesildi. Adı karaya çıkarıldı. Şeytanlaştırıldı. Dolaysıyla tüm bu şenaat ve denaetler karşısında elimiz kolumuz bağlandı. Ne söylesek ne etsek kimse bizi dinlemez hale geldi.
Derken yurt dışından yayın yapan; konuşan Sedat Peker adında aslında sicili kabarık olan biri ortaya çıktı ve Allah bizi geri çekerek kökümüzü kazımaya niyet etmiş olanlara O’nu sanki musallat etti.
Devletin gücünü eline geçiren çeşitli odakların şahıs olarak hangi iftiraları attıklarını burada isim isim tek tek zikretmeye gerek yok. Örneğin cemaatten nefret ediyor diye Hablemitoğlu cinayetini bizim üzerimize yıkmaya çalışmışlardı. Fakat daha sonra bu cinayetin faili belli oldu ve yurt dışına kaçtı… Haşhaşi denilerek uyuşturucu ticaretini yaptığımız ima edildi fakat Peker bu ticaretin nasıl döndüğünü ve faillerinin kimler olduklarını deşifre etti… Sınav sorularını çaldığımız 2012 yılından beri iddia ediliyordu fakat belgesi olmayan bu işte asıl soruları kimlerin çaldığı veya çalabileceği bu günlerde belli oldu... Soruları çaldığımızın iftirasını tekrarlayan iktidarın, memur alım sınavına güvenmeyip daha sonraki mülakatlarda kendi partisinden olmayanları yüksek puan dahi alsalar tamamen keyfi olarak eleyebildiğini aslında herkes biliyordu. Yani bu bağlamda soruların çalınıp çalınmadığını tartışmak anlamsızdı. Çünkü mülakat karşısında yazılı sınav yapmanın hiçbir hükmü yoktur. Velhasıl, iftiralarla operasyonlarla Hizmet Hareketi'ne kan kusturmak isteyen Soylu’sundan Doğu Perinçek’ine kadar hemen herkesi Sedat Peker yıldırım gibi çarptı.
Sedat Peker’in devletin derinlerinde her türlü kirli işleri çevirenleri bu denli rezil rüsva etmesi ister istemez tarihte Abdulkadir Geylani ve bir eşkıya reisinin arasında geçen olayı hatırlamama sebep oldu. Peker, Abdulkadir Geylani'nin dönemindeki eşkıya gibi tövbe etmiş miydi acaba? Anlatılan hikaye şöyle: Gavs-ül Vasilin Abdülkadir Geylani, küçük yaşta ilim tahsiline başlamıştı. Daha dokuz yaşında iken annesinden izin alıp Bağdat'a ilim tahsiline gitti. Giderken annesi, oğlunun beline kırk altın bağlamış ve bazı nasihatlerde bulunarak:
- Oğlum sakın, ne olursa olsun yalan söyleme! diye tembihte de bulunmuştu.
Abdülkadir'in de içinde bulunduğu kervan, Bağdat yolunda devam ediyordu. Bir vadiden geçerken kervanın önünü kırk kişilik bir eşkıya kesti. Eşkıyalar kervanda işlerine yarayan ne varsa aldılar. Ayrılacakları zaman, içlerinden biri Abdülkadir Geylani'ye:
- Senin neyin var? diye sordu. O hiç tereddüt etmeden:
- Belimde kırk tane altınım var!.. dedi. Eşkıyalar üzerini bile aramaya lüzum görmedikleri çocuğun öyle söylemesine hayret etmişlerdi. Onu alıp Reislerinin yanına götürdüler. Reis:
- Evladım biz seni aramayacaktık. Sen neye bende altın var dedin ve başını der de soktun, dediğinde, Abdülkadir:
- Ben dünya malı için anneme ve Allah'a verdiğim sözümü bozamam! diye cevap verdi. Henüz dokuz yaşında bulunan bir çocuktan bu sözleri duyan eşkıya reisinin kalbi yumuşamaya başladı. Bir müddet karşısındaki çocuğu ve kendi halini düşünen Eşkıya başı:
- Arkadaşlar, ben şu andan itibaren bu zamana kadar yaptığım bütün günahlarımdan dolayı pişman oluyor ve tövbe ediyorum, bundan sonra da bir daha kötülük işlemeyeceğime söz veriyorum. Eğer siz bu işe devam etmek istiyorsanız, başınıza başka bir reis bulun! dedi ve bütün alınan malların geri verilmesini emretti. Reislerini dinleyen diğer eşkıyalar:
- Biz bu işe seninle başladık, seninle bitireceğiz. Madem sen vazgeçtin biz de töybe istiğfar ediyoruz, dediler. Abdülkadir Geylani'nin ihlaslı ameli semeresini verdi, eşkıyalar kervandan aldıkları bütün malları geri verdiler. Ve o zamana kadar o muhitin korkulu rüyası iken oralarda bir kötülüğün bile işlenmesine müsaade etmez oldular.
Şimdi soru şu; Abdülkadir Geylaninin reisi gibi her reis tövbe eder mi? Yorum sizin diyor yazımı son bir hadisle bitirmek istiyorum; “Kıyamet kopmadan önce herc günleridir. O gün ilim ortadan kalkacak cehalet yayılacak. Ebu Musa (ra) dedi ki herc habeş dilinde ölüm demektir. (Buhari, fiten, 7067)