Tekkeler, Misyonerler ve Muhacirler
Son 10 seneden beri yaşanan baskı ve zulümler karşısında canımız kadar
sevdiğimiz vatanımızı terk etmek zorunda kaldık. Cebri muhacirler olarak
dünyanın muhtelif noktalarına dağıldık.
Bu hicretimiz ne anlama geliyor? Vatanını terk etmek dünyanın sonu mu?
Yoksa zaten daha evvel yapmamız gereken bir sosyal ibadetin kazası
mıdır? Tarihte bir yer değiştiren memleketinden göç etmek zorunda kalanlar
sadece bizler miyiz?
Anadolu’yu yurt edinenler nasıl edindi? Osmanlı nasıl kuruldu? Yere göğe
sığdıramadığımız Osmanlı Devleti'ni Orta Asya’nın muhacirleri
kurmadı mı? Evet Osmanlı yıkılırken kabuğuna çekildi. Kabuğuna
çekilmek hicret edememek demektir. Avrupa keşifleri yaşarken,
dünyaya açılırken Osmanlı içine kapandı. Şu an yaşadığımız
muhaceretleri, Osmanlı’da fevt edilen yani yapılması gereken fakat
yapılamayan muhaceretlerin de kazası olarak görebiliriz.
Anadolu'yu nasıl yurt edindiysek yeni gittiğimiz yerleri de öyle yurt
edinebiliriz. Artık fetihler, zapt etmeler devri bizim için çoktan bitti. “Kılıç
kınına girdi” demiyor mu Bediüzzaman Hazretleri. Entegre olarak
diyalog seferberlikleri başlatarak gönülleri ve sosyal dokuları
fethedebiliriz. “Medenilere galebe ikna iledir” prensiplerinden yola çıkarak
çağa ve bulunduğumuz topluma entegre olmak vatan topraklarını ayak
bastığımız yerlere kadar genişletmek demektir.
İşte Anadolu’nun ve Balkanların vatan toprakları haline getirilmesini tam da
bu noktadan yakalamak gerekir. Moğol baskısından yer değiştirmek
zorunda kalan Horasan erleri tekkeleri, zaviyelerini Orta Asya’dan söktüler
Anadolu’ya Balkanlara monte ettiler. Halen daha onların ekmeğini yiyoruz.
Medreseler, tekkeler ve zaviyeler üzerinde vücut bulan sosyal
örgütlenmeler
Anadolu’ya gelenler sistemleri ile geldikleri için kalıcı oldular. Sadece
askerle bir beldeye girenler yine başka bir askeri operasyonla gerisin geriye
dönerler. 1402’de Ankara'da savaş oldu. Timur yendi Yıldırım esir düştü.
Fakat savaşın galibi olan Timur’un devleti kendinden sonra parçalandı.
Devam etmedi. Esir düşen Yıldırım Beyazıt’ın devleti olan Osmanoğulları
ise asırlarca devam etti. İşte medreseler, tekkeler ve zaviyeler üzerinde
vücut bulan sosyal örgütlenmelerin devleti ile ilay-i kelimetullahı
hedefleyen bir mücadele tarzını benimsemiş olması Ormanlıyı
asırların ötesine taşıdı.
Peygamberimiz (sav) de Mekke'yi yaşanmaz hale geldiğinde terk etmesi
gibi, ecdadımız da Orta Asya'da Moğol zulmü zirve yaptığında oraları terk
etmek zorunda kaldı. Ecdadımız için Anadolu girip sığınılan bir Medine'ydi
artık.
Süleymanlarla başlayan bu yürüyüş Sultan Süleyman’la devam etti
Aynı şekilde Anadolu'da kuruluşu başlayan Osmanlı, Medine’yi
Balkanlara kadar taşıdı. Osmanlı, Süleyman Şahla (1236 Fırat nehri..)
Anadolu'ya, Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa (1359 Bolayır) ile de
Balkanlara açıldı. Kaderin tevafukuna bakın ki Süleyman Şah da
Süleyman Paşa da bu kutsi hicreti gerçekleştirirken atlarının tökezlemesi
sonucu vefat ettiler. Medine'yi Arap yarımadasından alıp Balkanlara kadar
taşıyan ecdadımızdan Allah razı olsun. Süleymanlarla başlayan bu
yürüyüş Kanuni Süleyman ile Avrupa'nın içlerine kadar ulaşarak zirveye
ulaştı.
Asya steplerinden gelen atlarımızı Anadolu'da, oradan da Baklanlara geçen
Osmanoğulları'nı Balkanlarda kalıcı kılan sırrın, hakikatin üzerinde durmalı
bir yerden bir yere göç ederken bu sırra riayet ederek gitmeliyiz.
Napolyon kendini Fatih’le mukayese eder. Ve kendini ondan daha
başarısız bulur. Neden? Çünkü Napolyon zafer kazandığı topraklarda
kalıcı olamadı, Fatih ise her fethettiği yerde kalıcı oldu.
Tekke ve zaviyeleri yeniden değerlendirmekte fayda var
Demek aziz dostlar bir yere giderken kalıcılığı temin eden uzun vadeli olan
tutum, davranış ve projelere önem vermeliyiz. Bu bakımdan Osmanlının
kuruluş ve yapısında onu geleceğe taşıyan tekkeleri ve zaviyeleri bu
açıdan ele alıp yeniden değerlendirmekte fayda var. Sır dinin öngördüğü
şekilde sosyal yapıları bir hamur gibi mayalayan kurumlarda çünkü.
“Moğol istilasından kaçan (M.S. 13. Asrın başları) pek çok sayıda şeyh ve
mürid, komşu İslam devletlerine sığınıyor, bir kısmı da Anadolu'ya
geçiyordu.”
(Tasavvuf ve Tarikatlar, Selçuk Eraydın)
“Müverrih Aşık Paşazadeye göre Kayı Boyu’nun Anadolu’ya gelişinde dört
temel unsur vardı:
1. Gaziyan-ı Rum (Gaziler yani askerler, Silahlı kuvvet)
2. Ahiyan -ı Rum (Ahilik teşkilatı mensupları(esnaf) ve hukukçular)
3. Abdalan ı Rum (Dervişler, Horosan Erleri)
4. Bacyan-ı Rum (kadın önderler,)” (Y. Bahadıroğlu, Muhteşem
Süleyman)
Askerlerin görevi belli savaş edip fetihler gerçekleştirmekti. Ahiyanın görevi
hem adaleti temin etmek hem de ticareti kontrol etmekti. Abdalanın görevi
toplumu dini açıdan eğitmek kalpleri ruhları dinin nuruyla nurlandırmak.
Bacıyan-ı Rum Anadolu Bacıları demekti. Bir yer yurt olarak seçilirken
kadınlar teşkilatı da ihmal edilmediğini görüyoruz.
Osmanlı sadece gaza eden askerlerle o beldelere girseydi Timur gibi
Napolyon gibi çok fetihler kazanabilirlerdi ancak girdikleri o yerlerde
kalıcı olamazlardı. Bacıyan-ı Rum'un yani kadınların da kendi aralarında
modern ve sivil örgütler içinde yer alıp aktif olmaları gerekir.
Bu dört sınıf arasında bir dayanışma ve bir tür bir birliktelik vardı.
Osmanlının ilk sultanı Osman Gazi bir tekke şeyhi olan Şeyh Edibali'ye
damat oldu. Tekkeler ve zaviyeler sadece halkın ahlak eğitimi ile meşgul
olmaz gerektiğinde şeyhler, müritleriyle beraber savaşa, gazaya da
katılırlardı. Örneğin Osmanlı ilk gazilerinin derviş mi asker mi olduklarını
birbirinden ayırt etmek zordur. Gazi Hacı Evronoslar, Mihailler, Gazi Alpler
...
I. Murat, Yeniçeri Teşkilatını kurdu. Bu orduya Hacı Bektaş veli dua etti.
Sadece sembolik bir dua mı? Hayır! Burada Yeniçeri ve Bektaşi
birlikteliğinin temelini attılar. Her Osmanlı yeniçerisi Bektaşi tekkelerine
manen bağlı olacaktı. Daha sonra temeli atılan bu ordu, manevi
terbiyelerini Bektaşi tekkelerinden aldılar. Yani Yeniçeriliğini mana
hamurunu Hacı Bektaşi Veli kendi elleriyle yoğurdu.
Niyazı Mısri’yi tutuklatıp Limni Adasına sürgün ettiler
Bu mana erleriyle devlet adamlarının birlikteliği Osmanlının son dönemine
kadar devam etti. Mesela; Ümmi Sinan’ın mürid -i hassı olan Niyazı
Mısri talebeleriyle Avusturya seferine katılmak istedi, hazırlık yaptı.
Fakat Sultan II. Ahmet’i ikna eden bazı devlet adamlarının araya
girmesi ile bu sefere Mısri’nin katılmasına mâni oldular. Yetmedi ayak
oyunları ile Onu tutuklatıp Limni adasına sürgün ettiler. Hazret, bu
sürgün esnasında; “göğün dördüncü (veya üçüncü) katına öyle bir kazık
çaktım ki o kazığı oradan benden başkası söküp çıkaramaz” şeklinde
beddua ettiği dahi söylenir Osmanoğulları'na. Üstelik sefere katılmasına
mâni olmak için Edirne Selimiye Camii’nde bir ayak oyunu ile onu tutuklatıp
Limni adasına sürgüne gönderdiler. Biliyorsunuz Osmanlı’nın sonunu
getiren Mondros Antlaşması (1918) Lİmni adasında imzalandı.
Yani anlaşılan o dur ki müritlerle şeyhlerin gerektiğinde savaşa katılma
adeti, Osmanlı Devleti'nde uzun müddet devam etti. Üstadımız
Bediüzzaman Hazretleri de Birinci Dünya savaşına Osmanlı hesabına
talebeleri ile Gönüllü Süvari Alay komutanı olarak katıldı.
Bizim ulemanın kabahati, günahı cidden pek büyüktür
Fakat Mehmet Akif’in Necid çöllerine Arapların Osmanlı halifesine
bağlılıklarını temin maksadıyla yaptığı seyahatte yaşadıkları ve gördükleri
hacılar ve hocalar kesiminde gaza ruhunun ve İla-yı Kelimetullah
anlayışının ne derece tavsamış olduğunu görür. Uzun tren yolculuklarında
tanıştığı Hristiyan misyonerlerinin gayretlerini işaret ederek;
“Ah nerde bizim ulemada bu gayret görülmüyor. Bir batıl için böylece
hayatlarını vakfetmiş adamla, eğer ilim ve medeniyetin bayrağını tutan
hakiki Müslümanlığın safında olsalardı emin olunuz, Cenab ı Hakkın dünya
dini olarak bize ihsan buyurduğu hakiki Müslümanlık beşeriyeti aydınlatır.
Bu kavgalar, ihtiraslar, harpler kimler ve gayızlar devri son bulur ve
bütün insanlık tam bir kardeşlik ve huzur içinde yaşar. Yeryüzünde
elem ve ızdırap hissedilmezdi.
Bizim ulemanın kabahati, günahı cidden pek büyüktür. Şu harp inşallah
bitsin, bütün hayatımı bu gaye uğruna vakfedeceğim.” (Feridun Kandemir,
Medine Müdafaası, 268)
Akif'in gayretsiz gördüğü ulema veya Osmanlı entelektüeli, sadece
Ortadoğu'ya değil, Fetullah Gülen Hocaefendi’ye göre ta o zamanlar
Avrupalılar gibi Amerika kıtasına gidip varlık emaresi göstermeli,
meydanı boş bırakmamalıydılar.
Fakat her kaçırılan ibadetin bir kazası vardır. Bugün belki cebri
muhaceretlerle atalarımızın yerine getiremedikleri sosyal ibadetlerin
kazasını yapmış oluruz.
İnşallah!