İslam hukukuna göre “zarurat-ı hamse” diye de adlandırılan korunması gereken beş husus vardır. Bunlar; can, mal, din, akıl ve neslin korunmasıdır. Korunması zaruri olan bu beş konuya dokunulamaz, zarar verilemez. Bilakis bu beş konuya önem verilmeli ve inkişaf ettirilmelidir.
Fakat akide açısından yapılan ayrımlarla zarurat-ı hamse konusu birbirine karıştırmamak gerekir. Yine fıkıhta asli veya başka bir adıyla zarurat-ı asliye konusu vardır ve bu daha çok imâni meseleleri kapsar. Çünkü imanı meselelerin ibadet ve muamelat ve ahlakla alakalı konulara göre bir üstünlüğü ve önceliği vardır. Çünkü ibadetlerin bir kere geçerli olabilmesi imanın tam teşekkülü ile bir kalpte meydana gelmiş olmasına bağlıdır.
Zarurat-ı hamse ise hukukun konusu olması dolaysıyla devletin boynunun borcudur, muhatabı devlettir. İmanla alakalı olmadığından bireysel olmaktan ziyade idarecilerin konusudur. Hukukun ahlaka, normlara yani bireye ve aileye bakan yönü vardır fakat hukukun temin ve tesisinde bireylerin inisiyatifi anarşi doğurur. Tarihçi Yılmaz Öztuna'nın ifadelerinden bu beş zarureti koruma işinin devlete düştüğünü daha iyi anlamış oluruz: “Osmanlı düzeninde devlet; canını, malını, hürriyetini muhafaza ve asayişi temin etmekle mükellefti. Bayındırlık eseri yaptırmakla, ibadeti için mabet yapmakla mükellef değildi. Yollar köprüler yaptırmıştır ama bunlar askerlerin geçebilmesi, dolaysıyla devlet düzeninin ayakta kalması içindir. Bütün bu sosyal eserle, vakıf müessesesi sayesinde sağlandı. Vakıf Allah rızası için yapılır. Vakıf kuru bir bina yapmak demek değildir. Bir sosyal müessese olan o binayı asırlarca yaşatacak gelir kaynaklarını da sağlamaktır.” (Yılmaz Öztuna. Osmanlı Devleti Tarihi, sf: 161-162)
Öztuna’nın yukardaki ifadelerini göz önünde bulundurarak zarurat-ı hamsenin her maddesi açısından devletimizi yani Türkiye Devleti’ni bir kritiğe tabi tutacağız. Test edeceğiz, daha doğrusu bu kriterlerin yerine getirip getirilmediğini anlamaya çalışacağız. Zira Öztuna’ya göre de cihan devleti olan Osmanlı Devleti’nin dahi asıl görevi yol ve köprüler yapmak değildi. Bir devletin can, mal, din, akıl ve namusu koruması, -devletin ne ile idare edilirse edilsin ister demokrasi isterse monarşiyle idare edilsin- ana görevi, varlık gerekçesidir.
Canın Korunması: Dinimizin önem verdiği can güvenliğini temin etmek bir devletin en önemli görevidir. İnsanların can güvenliğinin olmadığı yerde dinin, aklın, mal ve namusun güvenliğinden bahsedilemez. Gerçi bu beş korunması gereken şeyler arasında şiddetli bir telazum (gereklilik) vardır. Birinin bozulması, diğer konuları da tehlikeye atar. Fakat canın olmadığı yerde yani insan hayatının olmadığı yerde ona bağlı olan diğer hususların da söz konusu dahi olmayacağı kesindir.
Neslin, dinin, malın ve aklın meydana gelebilmesi için bir keren insanın ve hayatının olması garanti altına alınması gerekir. Ölü insanın malı, namusu, aklı dini filan olmaz çünkü. Kur’an masum bir insanın öldürmenin bütün bir insanı öldürmek kadar büyük bir cinayet olduğunu söyler (Maide, 32) Savaş esnasında can korkusundan dolayı düşmanının kelime-i şehadet getirdiğini düşünen ve bu sebeple düşmanını öldüren Üsame’yi (r.a) Peygamberimiz (sav): “Yarıp da kalbine mi baktın” diyerek azarladı, ikap etti, ırgaladı (Buhârî, “Megazî”, 45; Müslim, “Îmân”, 158; İbn Sa'd, II, 119). Yanlışlıkla dahi olsa bir insanı öldürmenin fidye, bir köleyi hürriyetine kavuşturma veya 60 gün üst üste oruç tutma cezası vardır. (Nisa, 92)
Fakat anayasanın 19. Maddesine göre güvence altında olan can güvenliği konusunda özellikle son 150 seneden beri devletimizde gerekli olan hassasiyetin gösterildiğini söyleyebilir miyiz? Toplumun selameti için fert feda edilir, cemiyetlerde feda edilebilir kuralı maalesef günümüzde pek çok devletin cinayet işlemesine sebep oldu. Adalet-i mahzanın ne demek olduğunu herkesten daha iyi bilen Hayrettin Karaman bile bir gazete köşesinde dolaylı da olsa devletin selameti içindir diyerek Muhsin Yazıcıoğlu’nun cinayete kurban gitmesine fetva verdi. Osmanlı’nın son dönemi cinayete kurban giden Sultan Abdülmecid'den itibaren Sinan Ateş’e kadar bu ülkede faili meçhul cinayetlerin ardı arkası kesilmedi. Devletten gücünü alan bu katiller bazen sol cenahtan Uğur Mumcu gibi kimseleri öldürdüklerinde müslümanların gafilleri sevindi; bazen de sağ kesimden Özal gibi, Muhammet Raşit Efendi gibi kimseleri öldürdüklerinde sol olarak kendini tarif eden şaşkınlar memnun oldu. Evet, öyle bir devlet hayal ediyorum ki leyleklerden kedilere kadar hayvanların can güvenliği dahi temin edilsin.
Ve 6 Şubat Maraş merkezli deprem şehirlerimizi can güvenliğini temin edecek şekilde tesis etmediğimizi gösterdi. Çünkü bu depremler sebebiyle 50 bine yakın insanımız can verdi. Evet, dahası var mı?
Malın korunması: Mal canın yongasıdır. Hayatın devamı, namusun korunması ve dinin hayata hayat olması ancak maddi güçle mümkündür. "Nerede ise fakirlik, küfre denk olacaktı " (Beyhakî Şuab; Taberânî, el-Evsat). Abdullah b. Amr (r.a) diyor ki: Ben Rasûlullah’ın (s.a) şöyle dediğini işittim: “Malı uğrunda öldürülen kimse şehittir” (Buhârî, Mezâlim, 33). Bu hadis bize malımızın ve mülkümüzü korumamız gerektiğini ifade ediyor.
Malımızı her zaman evimizi soymaya gelen hırsızlara karşı da korunacak diye bir kaide yoktur. Yani malımızın düşmanını sadece evimizi soymaya gelen hırsızlardan ibaret görmemek gerekir. Bazen malını bir insan mahkemeler yolu ile de kaybedebilir, hakkından olabilir. Bu noktada da insan dirayetini ortaya koyup mahkemeler yolu ile de olsa hakkına, malına sahip çıkmasını bilmelidir. Hakimlere giderek bazı insanların malımıza tasallut olabileceği hususunda Kur’an bizi uyarır: “Aranızda birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günaha girerek yemek için onları hâkimlere (rüşvet olarak) vermeyin.” (Bakara, 188). Taberani’deki bir hadise göre de kazanan sanatkar kulunu Allah sever: “Allah elinden iş gelen sanatkâr mümin kulu sever.” (Taberani, Evsat, 8/80; Beyhaki, Şuabu’l-İman, 2/88)
Türkiye’den hemen hemen 10 yılda bir yapılan darbelerin akabinde masum insanların mallarının müsadere edildiğini biliyoruz. Darbeler döneminde devlet, anayasanın dışına çıkarak yarım asırlık bikrimin heba olmasına sebep olmuştur. Halbuki Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın (bundan böyle Anayasa veya AY) 35. maddesinde mülkiyet hakkı tanınmış ve güvenceye alınmıştır. İlan edilen olağanüstü hal ortamlarında anayasaya uymayan müsadereler yaşandı bu ülkede. Malını mülkünü kaybedenler hukuk geri döndüğünde bile mahkemelerin kapılarını aşındırıp da haklarını almadılar. Hatta çeşitli holdingler olağanüstü hale bile ihtiyaç kalmadan variyetlerini kaybettiler. Toprak Holding bunlardan biridir. Gerektiğinde faili meçhullerle can alan devletin mal alması içten bile değildir. 2016’daki darbeden sonra yapılan hukuksuz gaspları burada saymıyorum bile. KHK’larla variyetli insanlar kuru bir ekmeğe muhtaç hale geldiler. Çoğu iş adamının 40 senelik emek ve sermayeleri bir gecede berhava oldu.
İnşallah kısa zaman içinde anayasaya ve dinimize uymayan bu tür uygulamalar, ebediyen tarihin çöplüklerinde yerini alır. Dinimize uymayan diyorum çünkü Peygamberimiz (sav) hayatının son günlerinde mescitte sahabesini, yaranların yani dostlarını toplamış ve “Aha sırtım kimin sırtına vurduysam gelsin vursun, kimin malını da aldıysam gelsin alsın” demiştir.