Askerlik hatıralarım, üzerinde durulmayacak kadar renksiz ve sıradandır. Bu yüzden, bizden önceki birkaç kuşak gibi asker, kışla, komutan üçlemesi üzerinden mev'ize anlatanlardan değilim. Derin bir nefes alıp girdiğim nizamiye kapısından, enerjimi idareli kullanıp, sivil hayata döneceğim günü bekledim ve bir daha da geri dönüp bakmadım.
Tel örgülerin ötesinde geçirdiğim günlerde, Bölük Komutanı, içtima alanında erlerden birisini yanına çağırıp, cezalandırmıştı. Cezanın keyfiyeti hakkında detay vermenin Türkiye'de “Askerlikten nefret ve soğutma teşebbüsü!” açısından cezai müeyyidesine muhatap olma riskini aklımızdan çıkarmayalım. Öyleyse, ayrıntıları mahallenin nüktedanlarına bırakalım.
Hafta sonu iznini iple çektiğimiz, Cuma Günü'nün tatlı bir ikindi sonrasındaki bu hoyratlık, görgüsüzlük, gayr-i insanilik ve orantısız güç gösterisi, kekre bir tat olarak hala vicdanımı sızlatır. Yakın Tarih Türk Filmlerinin, Babacan karakteri Hulusi Kentmen, bizim kışlada değildi ve hatta hiç uğramamıştı. Koskaca Bölük Komutanı, sıradan bir er'i, ana kuzusunu, çıyan gibi delikanlıyı onlarca gözün önünde cezalandırmaktan hiç utanmadı. Hasbelkader, 18 ay kendisine emanet edilmiş bu vatan evlatlarında kendi egosunu tatmin eden şahsın,“İbret-i Alem olsun..” gösterisi, izahı zor bir nobranlık idi.
Devlet-millet münasebetimiz garip bir hal aldı. Akli yeterlilik ve kabiliyet ile altından kalkılacak işleri, sağa sola höykürerek geçiştiren devlet iradesi hiç bu kadar seviye kaybetmemişti. Devlet-millet arasında masumane devam etmesi gereken ilişki, iktidarın, 'milletin kurd'u haline dönüştüğü bir çıkmaza dayandı. “Devlet Ana” şefkatinin yarım asırlık bir ömrü bile yokmuş. Kahir, acımasız bir el, paspasa dönen muhalefet liderleri ile tatmin olmuyor. Vücudunda zulme ve baskıya karşı, hala atan bir kaç damarı kalan herkes, bugün olmazsa yarın, iştahı her gün artan bu iktidar zulmünden payına düşeni alacak.
En küçük kıpırtıya şarjör boşaltma bonkörlüğünden taviz vermeyen erkan-ı devlet'in neden pimpiriklenip terör estireceği, hangi soğuktan nezle olacağı belli değil. Gezi Olayları üzerinden bunca sene geçti, hala endişe ve korkuları devam ediyor. Fransa'daki halk hareketlenmesinden bu kadar titreyecek ne var, ayol. İşte geldi geçti. “İkinci bir Fransız İhtilali” diye heyecanlanan Bab-ı Ali Döküntüleri umduklarını bulamadı. Fransa, demokrasi imtihanındaki acı tecrübelerin bedelini ödedi. Şimdi sıra, benzer bedel için eşikte bekleyenlerde.
Saray'ın en son hedefi zavallı bir program sunucusu. Sade suya tirit muhalefeti ile herkesin günlük gazını almaktan öte bir vazifesi olmayan zavallıya benim bile acıyasım geldi. Ekrana yüklenip hesap soruyor tavırlarının bu kadar pahalıya mal olacağını belki kendisi de tahmin etmemiştir. Herhalde bu kez ileriye gitti. Eh, Saray'ın camına taş atarken daha dikkatli olması gerekiyordu. Soyadı da dahil, hafife alınmadık, hakarete uğramadık hiç bir yeri kalmadı.
Siyasi partiler arasında demokratik bir çekişme olması beklenen ve modern ülkelerde de örneklerine çokça rastlanan seçim yarışları, Türkiye'de Sayın Başkan'ın Kırkpınar peşrevleri ile devam ediyor. İktidar partisi kenara çekilmiş ve tek oyuncusunun arkasında sipere yatmış halde. Bu tek oyuncuyu, hem kendini hem de ülkeyi tüketinceye kadar kullanacaklar. O gittikten sonra, tabela partisine dönüşecek ve aynen Halk Partisi gibi, alabildiğine radikal, körü körüne bir ideolojinin marjinalliğine saplanacaklar. Malum akıbetin şimdiden farkına varanlar, banka hesaplarını ve geleceğe ait yatırımlarını garantiye almak için paçaları sıvamış durumdalar.
Aradan geçen bunca iktidar tecrübesine rağmen, Sayın Başkan'ın sadece yüzde ellinin sevgi ve sempatisine çakılıp kalması, hazret'i aşkının karşılığını bulamayan budala aşıkların hırçınlığına itti. Zaten Cumhur'un Başkanı olmayı bir türlü becerememişti, her geçen gün bu hususiyetten fersah fersah uzaklaşıyor.
Tel örgü gerisinde, bir Bölük Komutanı'nın, sıradan bir er'i cezalandırma seviyesizliği ne ise, öylesine bir eleştiriyi, Saray Beslemeleri ve parti militanlarının şiddet şehvetlerini coşturacak, linç sloganı haline dönüştürmek aynı kalitesizlik ve yetersizliği işaret ediyor.
Dikkatinizi çekti mi bilmem ama, eskiden sürekli yenilenen “Devletin en güvenilir kurumları” istatistik verileri epey bir zamandır yayınlanmıyor. Sonuçlar pek yüz güldürmüyor olsa gerek.
Kadir Gürcan