“Bizim nesil daha başarılı!” kibrine kulak asmayan, ortayaş, aykırı bir jenerasyon içinde olduğumu düşünüyorum. Bu yüzden sosyal medya ile arama çektiğim güvenlik şeridi ihlallerine tahammülüm yok. Virüs ortaya çıkmadan çok önce alınmış bir karantina bu. Evdeki çoluk-çocuğa sosyal medyadaki bilgileri paylaşmamaları hususunda bir ültimatom verdim. Halihazırda bir konsensus sağlamış durumdayız.
Ahir ömrümü, Kardasihans'ın günlük dedikoduları ile tüketmeye niyetim yok. Sosyal medyanın yıldızı bu aile. ABD siyasetinin Kardashian'ı da Donald Trump. Bu iki fenomeni ciddiye almayınca, takipçi sayısı, yüz binin altında olan amele takımını neden dikkate alayım ki?
Kerameti kendinden menkul aklı evveller ile ortak bir noktada buluşma ihtimalleri imkansızlık sınırında. Halbuki bugünün olay ve kişileri için, “iyi-kötü” değer yargılarını, sonraki kuşakların vermesi gerektiğini ıskalıyorlar. Kim bilir, belki de aksine bir kanaatten endişe ediyor olabilirler. Her şeyi iyi yaptığını zannedip, bütünüyle kaybetmek ne kötü bir kader olur!
Gençlik ve olgunluk yıllarını, iş, mesai, geçim, helal kazanma ve ayın sonunu en az hasarla getirme yorgunlukları içinde sürdürmüş ve şimdi emeklilik günlerini yaşayan bir önceki neslin incitildiğini, lüzumsuz bir hoyratlığa kurban edildiklerini düşünüyorum. Zorunlu “Evde kal!” kısıtlamasını yaş farkı ile atlatanların nasıl bir test ile yüzleşecekleri hususunda karar vermek için biraz erken. Virüs salgını sebebiyle alınan tedbirlere sözümüz yok ama, nezaket çerçevesine azami riayet edilmesi önemli bir husus. Hastalık endişesi ile izole etmek ile hayatın dışına itilmek arasındaki nazik çizgiyi birbirine karıştırmamalı.
Yıllar önce, bir sabah namazı sonrasında cemaatten birisinin omzuma dokunup, “İşe mi gidiyorsun? Ne güzel, her sabah evden ayrılıp gidebileceğin bir işin var!” demişti. O zaman, sıradan bir günlük konuşma diye düşündüğüm bu diyaloğun, derin bir hicran ve teessür olduğunu neden sonra anladım. Asıl olan emekli olmak değil, çalışma hayatı boyunca, emeklilik günleri için planlar üretip, çalışma günlerini uzatmak önemliymiş.
Türkiye'nin tek televizyon kanalına sahip olduğu yıllardı. 12 Eylül Cuma Sabahı, seksen ihtilalinden ilk haberdar olanlar, işçi servislerini dolduran kesimdi. Servis durağından beti benzi atmış, ellerindeki alüminyum sefer tasları (O zaman, fabrikalar yemek çıkarmıyordu. Herkes öğle yemeğini evinden götürüyordu) ile evine geri dönenler ne olup bittiğini anlamak için, günün ilerleyen saatlerini beklemek zorundaydılar. Sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti.
İhtilal havasının oluşturduğu tedirginliğin yanında, koca günü evde geçirmek de ayrı bir tasa oldu. Her gün şehirden sanayi sitesine, sanayi sitesinden şehre yapılan rutin akışın bir gün için bile aksaması moralleri altüst etmişti. Sabahın alaca karanlığında evden ayrılıp, akşam çöktükten sonra eve dönen mahallenin efsane delikanlıları gün ışığına yakalanmışlardı. Gün ortasında, sokak arasında avare dolaşmanın delikanlılığı zedeleyeceğini çok iyi biliyorlardı. Bana mı öyle geldi bilmiyorum ama, sanki o gün çocuklarla göz göze gelmemek için azami bir dikkat gösteriyorlardı. Sadece o mu? Bir hafta boyunca, tatil günü için biriktirilen masum kaçamak planları da Cuma sabahında ellerinde patlamıştı.
Kuşluk vaktine kadar evde sabreden mahallelinin, öğle üzeri, adım adım Köprü Başına, oradan Çınar altına, Cuma vakti gelince de, mahalle camiine değil de en uzak camiye doğru aktıkları gözlerden kaçmadı. Ne yani, Sıkıyönetim Cuma'ya da mı mani olacaktı? Herhalde, o güne kadar camiler öyle bir kalabalık ve bu o kadar da renkli cemaat görmemiştir. İhtilal sebebiyle alınan sıkıyönetim, daha ikindi vakti olmadan delik deşik olmuştu.
Türkiye'de salgın hastalık sebebiyle alınan tedbirler başladıktan sonra yeni ortama adapte olmak hiç kimse için kolay olmayacak. Özellikle sabah saatleri ve öğleden sonraki vakitlerini, işçi servislerinin kalktığı mekanlara yakın çay ocağı ve kahvehanelerde geçiren emekli büyüklerimizin evine alışmaları için vakte ihtiyaç var.
Geçenlerde bir yakınım, “Babamı evde tutmakta zorlanıyoruz. “Yahu beni bırakın! Ben şöyle kıyıdan kıyıdan kimseye görünmeden kahve civarında bir dolaşıp geleyim!” diye ısrar ediyor. Şimdilik, “Baba yakalanırsan emekli maaşını alırlar ona göre!” diyerek korkutuyoruz!” dedi. “Gönlünü hoş edin! O şimdi ufaktan Köprü başına, oradan Çınar altına, bir adım sonra da elli beş yıl her gün uğradığı işçi servisi durağına gitmenin yollarını düşünür!” diyerek kendi kendime güldüm. Eminin, bundan tam kırk yıl önce de aynısını yapmıştı.
Modern teknolojinin ürünlerini kullanma becerisi gösterenler için, evde kalmak “Körün aradığı bir göz Allah verdi iki göz!” çeşnisinde oldu. Akranlarım, bu açıdan kendilerini şanslı görebilirler. Sosyal medyanın sunduğu tutku ve tiryakiliklerde yaş sınırı da yok. On beş yaşındakilerin oynadığı bilgisayar oyunlarını elli yaşındaki meraklılar da takip edebiliyor. Çocuklarıyla oynadığı FortNite ya da Call of Duty oyunundan sonra, konsolu bir kenara bırakıp, hayata dair dersler için de sosyal medya mesajları hemen bir tuş ötede. Çocuk ve gençlerin, zorunlu ev hapsini eğlenceye çeviren büyükleri hakkında ne düşünecekleri noktası kendilerini ilgilendiriyor. Bizi, kırk yıl önce, iş gününde eve hapsolmanın utancı ile gözlerini mahallenin veletlerinden kaçıran delikanlıların, şimdi evde estirdikleri tatlı terör ilgilendiriyor.
Gözüm telefonda. Sabah ayazında, emekli maaşını riske atma pahasına, usul usul, kimseye çaktırmadan servis durağına akmaya çalışırken yakalanan yakınımın, polis eşliğinde eve bırakıldığını duyarım. Onlar için evde kalmanın ne kadar yıpratıcı olduğunu tahmin edemezsiniz. Fazla üzerlerine gitmeyin!
Kadir Gürcan