Modern zamanın ortalama ömür süresi ile yapacağımız siyasi eğilim teşhisinin subjektif ve kişisel bir gözlem olarak kalabileceği realitesini ta baştan kabul ediyoruz. Çünkü bu evreleri tamamlamak biraz yaşanılan ülkenin siyasi serüveni ile yakından alakalı. Gençlik yıllarında devrimci ve ideolojik, orta yaşlarda demokrat, ilerleyen yaşlarda mevcuda razı olmak şeklindeki bir üçleme şu an için işimizi kolaylaştırıyor.
Son bir kaç haftadır Fransa'da yaşanan sokak olayları, demokratik ülkelerdeki vatandaşların anayasa ile koruma altına alınmış, yürüyüş ve gösteri yapma haklarından. Sandıktan kendi liderlerine hükümet kurma ve kabine oluşturma şansı çıkmayan seçmenler için bir sonraki seçime kadarlık sürede iktidarın icraatlarını tenkit etmek için sokağa dökülmek demokratik ortamın hal dillerinden biri. Bu egzersizler iktidarı diken üzerinde tuttuğu gibi muhalefeti de gelecek seçimlere hazırlama gibi bir fonksiyon da eda ediyor.
Kendi oy tabanı ile iktidara gelmiş hükümetler, isteseler de istemeseler de herkese hizmet etmek zorundalar. Yoksa iktidarı ele geçirdikten sonra muhaliflere hayatı zindan etme zorbalığı demokratik ortamların sunduğu konforlardan değil. Kulağı hükümet icraatlarında olan duyarlı bir kitle her an sokaklara dökülebilir.
Rönesans’a ev sahipliği yapan Fransa'nın farklı bir yüzyılda şahit olduğu idari tecrübeler bütün dünya tarafından yakından takip ediliyor. İkinci Milenyum'un ilk çeyreğini tamamlamaya ramak kala Fransa'da yaşananlar genellikle çalışanların özlük haklarının iyileştirilmesine yönelik taleplerin sokağa taşmasından ibaret. Yoksa mesele “Biz demokrasiden sıkıldık. Fransız İhtilali öncesi parlak ve ihtişamlı (!) dönemlere geri dönelim!” ütopyaları değil. Aklı başında hiçbir Fransız'ın Bastille Hapishaneleri'nin rutubetli ve küflü havasına methiyeler dizen bir avuç divaneyi ciddiye alıp hayatını tehlikeye atacağına ihtimal vermiyoruz.
Gösterilere müdahale eden güvenlik güçleri, öfkeli kalabalıkların kontrolden çıkmasını engellemeye yönelik tedbirleri almak durumundalar; “Bırakın yapsınlar, bırakın yıksınlar!” umursamazlığı söz konusu değil. Bununla birlikte orantısız güç kullanıp göstericilerin hayatlarını karartmak kolluk kuvvetlerinin görev ve sorumluluklarından değil. Onları da kontrol eden kanun ve nizamnameler var. Bu yüzden, Fransa'da bir haftadır devam eden gösterilerde ölü ve yaralı sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Dahası, ibret-i alem için ömür boyu hapis ya da idama mahkum edilen bir gösterici ya da gösterilere azmettirici birini duymadık. Gönül isterdi ki, hiç kimsenin burnu kanamasın ama toplu gösterilerin bu tür sürprizlere gebe olduğu herkesin malumu.
Türkiye'de her zaman olduğu gibi meseleyi uzaktan seyreden ve demokrasinin ocağına kibrit suyu dökmeye pek meraklı kalifiyesiz entelektüel (!) işportacıların hevesleri yine kursaklarında kaldı. Avrupa'daki bir gösteri yürüyüşü daha, demokrasiden krallık, otokrasi, monarşi ya da despot bir idareye dönüşü netice vermedi, vermeyecekte!
Türkiye'de nesli tükenen ve kelaynak kuşu türleri arasında sayılan, içi geçmiş, köhne Marksist tipler ciddiye alınmayacak kadar zavallı durumdalar. Dünyadaki nadir türlerinin hayatiyeti için para harcayan UNESCO yardımlarına yetişmezse, fazla bir gelecek vadetmiyorlar. Rusya'da çöken Marksist ütopya, kendi doğduğu ülkede bile son elli yıldır distopyaya dönüştü. Bizim döküntülerin bundan haberi yok mu? Var var! Ama ütopyanın tatlı rüyasından uyanmak istemiyorlar.
Türkiye'deki mevcut iktidarı kutsamaya yeminli, muhafazakar kesimin Fransa'daki olayları anlama ve yorumlama tarzı çok daha garip. Kurumları olgunlaşmamış demokratik tecrübenin, zorba bir iktidar elinde otoriter ve despotizme dönüşmesi, bazılarının bütün akli melekelerini dumura uğrattı. Geçenlerde yabancı birinin Türk siyasi tecrübesine yönelik “Seçim kazanmış olmak, her istediğini yapabileceğin manasına gelmez!” uyarısı da onlar için bir şey ifade etmiyor. Saray ile arası hiç düzelmeyen Fransa Başbakanı Macron'un başarısızlığını Avrupa'da demokrasinin sonu, Türkiye'deki despotizmin zaferi şekline dönüşeceğine inanacak kadar zavallılar. Zorba ve müstebitlerin local kalmaya mahkum olduğunu anlamaları için Türkiye'de dahil Ortadoğu'da kaç tiranın devrilip gitmesi gerekiyor?
İlk anda herkesin aklına gelen “Arap Baharı” trajedisi ile Fransa'daki olayları birbirine karıştırma gibi harc-ı alem basitliklere düşmeyelim. Ortadoğu'daki arayış, ülkelere musallat olan despot lider ve otoriter rejimlerden kurtulmayı hedefliyor. Fransa'daki olaylarda ise sistem ve rejim değişikliği değil, demokratik hak ve hürriyetlerin karşılık bulmasına yönelik.
“Fransa'da yaşanan olaylar Ortadoğu Ülkeleri'nde olsa ne olur?” sorusunu sormak bile tehlikeli. Arap Baharı Tecrübesi de dahil yakın zamanda İran'da meydana gelen gösterilerde ölenlerin resmi rakamları insanın kanını donduracak kadar yüksek. Gösterilere katıldığı için idama mahkum edilen, yargısız infaz edilen ya da çareyi ülkeden kaçmakta bulanların sayıları ise hükümetin açıkladığı resmin zayiat rakamları arasına girmiyor. İran'daki sokak gösterilerinde ölenler bin üç yüz civarındaydı. Akşam nezarete alınıp sabaha karşı sallandırılan genci, hangi mahkemenin hangi suç ile yargıladığını zavallının annesi ve babası dışında kimse merak etmedi. Orası İran, yarın kimin asılacağını kimse tahmin edemez.
A Tale of Two Cities (İki Şehrin Hikayesi) romanının yazarı Charles Dickens, Fransız İhtilali öncesi günlerde, geniş meydanlarda halka açık yapılan infazların çok ilginç bir hava oluşturduğundan bahseder. Gerçekten halk o günlerde “Acaba bu gün kimi sallandıracaklar?” merakı ile piknik sepetlerini alıp, çoluk-çocuk infaz seyretmeyi günlük eğlence haline getirmiştir. Fransa bu ağır sistem tecrübelerini üç asır geride bırakmış durumda.
Fransa'da yaşanan olayların benzerlerinin Türkiye'de patlak vermesi mümkün. İki on yıldır Türkiye'de hükümet edenlerin endişe ve korkularına bakınca, neticenin İran mı yoksa Fransa'ya mı benzeyeceği konusunu düşünmek bile çok ürkütücü. “Olur mu olmaz mı?” sorusunu ise şimdilik askıda bırakalım!
“Nargile içip, günde bir cüz Kur'an okuyor!” avuntuları ile kendini emniyete aldığını zannedip, ülkede yaşanan trajediyi kendilerince pikniğe çevirenlerin gizliden gizliye ciddi endişe içinde olduklarını tahmin edebiliyoruz.