Ahlâk-i âliyeyi İslâmiye, fert, aile ve toplumda meydana gelen çatlak ve kırıkları tâmir eder. İman gözüyle kâinatın ve hâdiselerin nasıl okunacağını öğretir. Haksızlık ve zulümlerin kader planında ne ifade ettiğini izah eder.
Bugün insanlığın muhtâç olduğu en önemli şey, Kur'an ve Sünnet rûhuna dayanan hakiki Müslümanlığın ihlaslı bir şekilde yaşanarak örnek olunması, samimiyetle temsil edilmesi, hiçbir beklentiye girmeden, hiçbir şeye alet edilmeden tatlı dil güler yüzle anlatılması ve sevdirilmesidir.
Toplumun ıslâhı, huzur ve güvene kavuşması, fertlerin İslâmî rûhu vicdanlarında duyup hayata hâkim kılmalarına, hak ve hakikatleri muhtaç gönüllere sevdirmelerine bağlı olup, aynı zamanda yaratılış gayesine uygun kalp ve kafa bütünlüğü içinde nesillerin yetiştirilmesine bağlıdır.
İnanmış gönüller Allah'a ve Resûlullah'a tam teveccüh eder, muhtaç gönüllere mülâyemet ile yaklaşır, ahlâk-i âliyeyi İslâmiye ile iyi örnek olurlar, musibetleri sabırla karşılar ve kötülüklere karşı dişlerini sıkıp iyilikle mukabelede bulunurlarsa, Kur'an'ın, Efendimiz (sav) hakkında „(Habibim) İnanmıyorlar diye neredeyse kendini helak edeceksin!“ (Kehf Sûresi,6) şeklinde buyurduğu ilahi beyânın rûhuna uygun dert, çile ve ızdırap içinde kıvranarak iman kurtarma mevzuunda yarışırlarsa Allah da inâyet buyurur ve meleklerle teyit eder. İnşallah o zaman fert, aile ve toplumda huzur ve güven ortamı oluşur.
Allah, inanmış gönüllere, „emr-i bi’l-maruf, nehy-i an’il-münker“ gibi peygamberler ile temsil edilen bir sorumluluk yüklemiştir. İnanan herkes seviyesine göre bu mesuliyetin hakkını vermekle mükelleftir. Onun için Allah, irşat ve tebliğ vazifesi ile yani; Allah'ın emir ve yasakları başta olmak üzere, iyilik ve güzellik, adâlet ve ahlâk, kötülük ve çirkinlik adına her şeyi „kavl-i leyyin“ ile muhtaç olanlara duyurma, insanları gerçeklere uyarma vazifesi ile bizleri muvazzaf ve mükellef tutmuştur.
Mâzide seleflerimiz, bu vazîfeleri, hâlis bir niyetle tekke ve zâviyelerde îfâ ediyorlardı. Bugün gelişen dünyânın şartlarına, kültürüne uygun olarak nesl-i cedid ve ceyyid hayrülhalef nesiller, teknoloji nimetini müsbete kanalize ederek, vahdet-i rûhiye içinde şûra‘ya bağlı kalarak bu vazîfeyi yapmakla mükelleftirler.
Binaenaleyh Cenab-ı Hakk böylesine hâsbi ve hâlis nesl-i cedidi, ölmüş kalplerin ihyâsı, Kur'an ve Sünnet rûhuna uygun dînî hayatın arızasız yaşanması, îman ve Kur’an hakikatlerinin tebliğ edilmesi, kâinatın Allah adına okunması, nazarların ve kalplerin âhirete tevcih edilmesi, Hâkimler Hâkimi Allah huzurunda mutlak adâletin tecelli edeceği Mahkeme-i Kübrâ‘ya insanların hazırlanması ve bu dâvânın kıyâmete kadar devamının sağlanması gibi ciddi ve ağır mükellefiyetlerle vazifelendirmiştir.
Başta Allah Resûlü (sav) ve Ashabı Rasûlullah'ın (r.anhüm), asr-ı saadetten bugüne, hayatları pahasına bu dâvâyı bizlere emânet eden büyüklerimizin çektikleri çile ve ızdırâbın hakkını ne kadar verdik? Maddî ve mânevî mukaddeslerimiz yolunda vefâ ve sadâkatle, hâlis bir niyetle hizmet vermemiz gerekirken bunun hakkını ne ölçüde verdik? Sahâbe rûhunu temsil eden nesillerin bizim bahçemizde de yetişmesini sağlamamız mevzuunda üzerimize düşen vazifenin hakkını verdik mi? Allah'ın lütfettiği fırsatları ne kadar değerlendirdik? Kendimizi sorgulamalıyız!
Âli İmran sûresi 110. ayette Cenab-ı Allah: „Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: İyiliği yayar, kötülüğü önlersiniz, çünkü Allah'a inanırsınız.“ buyurmaktadır. Bu ne büyük bir şeref, ne büyük bir lütuftur. Cenab-ı Allah, bu nimetler üstü nimetin şükrünü edâ etmeye hepimizi muvaffak kılsın.
Siz „ümmetlerin en hayırlısı“ olma şerefine mazhar oldunuz. Ama bu vasfı, îman, ahlâk, fazîlet, vefâ ve sadâkat ile devam ettirme sorumluluğuna da hassasiyetle dikkat etmek gerekiyor. Âyetin mefhumu muhâlifinden de anlaşılacağı gibi, şâyet siz, üzerinize tevdî edilen bu mukaddes vazifeyi yapmazsanız; böyle ulvî bir nimeti kazandığınız gibi kaybetme tehlikesi ile de karşı karşıya kalabilirsiniz. İslam âleminin, içinde bulunduğu zillet ve sefaletin gerçek sebebi de, muhtemelen bu hayâti vazifenin ihmalinden olsa gerek. Bu vazife süreklilik ister, asla ihmal edilmeye gelmez. Yoksa vahyin bereketi kesilir, sürekli akarı olmayan bir nehrin kuruyacağı unutulmamalıdır.
Mehmet Ali Şengül