Gerçek saadet günleri, Efendimiz'in (sav) ve Ashab-ı Kirâm’ın (r.ah) iman ve Kur’an hakikatlerini temsil ve tebliğ ile mükellef tutuldukları ilk günlerde, mallarına ve canlarına müşrikler tarafından el konulmak istendiği ve yuvalarının parçalandığı, boykotlarla her şeyden mahrum edildikleri günlerdi.
Yâsir ailesinin, Mus’ab bin Umeyr, Zübeyr bin Avvam, Habbab bin Eret ve bütün sahabe efendilerimiz hazretlerinin (radıyallahu anhüm ecmaîn) sırf imanlarından dolayı işkenceye maruz bırakarak öldürülüp ve eziyet edildikleri, aynı zamanda dünya adına maddi manevi her şeyden mahrum bırakılıp, sıkıntı verildiği ve Bedir, Uhut, Hendek ve diğer savaşlarda şehit olanların, ruhlarının ufkuna yürüdükleri günlerdi.
Hz. Hamza ve Mus’ab bin Umeyr’in (r.ah) ‘dünyada bir mezar ikimize yeter’ deyip, Uhut’ta şehit düştükleri anda, ikisini bir kabre koydukları günlerdi.
Ahiret hayatı adına bu kadar büyük mükâfatı olmasına rağmen, hiçbir zaman musibet istenmez. Ne var ki mü’minler olarak, iradelerimizi aşan ve başımıza gelen sıkıntılara sabretme ve katlanma, Allah’a tevekkül ve teslimiyet içinde üzerimize düşeni yapma da bir kulluk görevimizdir.
Bugünlerde yaşananlar, o günlerde yaşananlardan farklı olmadığını görüyoruz. Allah yolunda başa gelen bu türlü hallerde dişini sıkıp geriye adım atmadan, şartların elverdiği ölçüde, mü’minlerin üzerine düşen vazifeleri katlanarak yapmaları gereken günlerdir. Zira bunlar, gerçek manada musibet değildir.
Tahammülü zor musibetler ve sıkıntılar karşısında; şikayet etmeden, daha evvelki dönemlerde müslümanların başına gelen musibetlerin kendi başına gelenlerden daha büyüklerini hatırlayıp, haline şükretmek suretiyle ve ellerini açıp Rabb-ül Âlemîn Allah’a halini arz etmelidir.
Yusuf'u (as) kuyuya atan kardeşleri, babaları Yakup'a (as) “Vallahi ‘Yusuf!’ diye diye kederden eriyeceksin veya büsbütün ölüp gideceksin” demelerine karşı Yakup (as):
“Ben” dedi, “sıkıntımı, keder ve hüznümü sadece Allah’a arz ediyorum. …” buyurdular. (Yusuf Sûresi 85,86)
Muvakkaten mü’minler, imtihana tabi tutuldukları anlarda, Allah’ın nâmütenâhi nimetlerini hatırlayarak şükretmeli, musibetler karşısında da, sabredip hamd etmelidirler. Çünkü Allah kullarına nimet verir, bakalım şükredecekler mi, musibet verir bakalım sabredecekler mi?
Cenab-ı Hak, Ankebût Sûresi 2.ve 3. Ayetlerde; “Mü’minler sadece ‘İman ettik’ demeleri sebebiyle kendi hallerine bırakılacaklarını ve imtihana tabi tutulmayacaklarını mı zannettiler?
Biz elbette kendilerinden önce yaşamış olanları denedik.
Allah elbette şimdiki mü’minleri de imtihan edip iman iddiasında sadık olanlarla, samimiyetsiz olanları elbette bilecektir,”
Ve yine Cenab-ı Hak Bakara Sûresi 214. Ayette; “Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara maruz kalmadan cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle ezici mihnetlere, öyle zorluklara dûçar oldular, öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ile yanındaki mü’minler bile ‘Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?” diyecek duruma geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” buyurulmaktadır.
Sahabe efendilerimizin devlet oldukları, vali, âmir ve memur oldukları, paralara boğuldukları, belli makam ve mevki sahibi olup rahata ve dünya nimetlerine kavuştukları, servetin, makamın, şan ve şöhretin öne çıktığı, hatta içtihat farkıyla birbiriyle savaştıkları günler de ayrı bir imtihandı.
Dün büyük salonlarda on binlerce insanların takdir ettiği, alkış tuttuğu, binlerce evlerin, yurtların, eğitim kurumlarının, milyonlara bâliğ talebelerin cıvıl cıvıl yüzümüze güldüğü günler bir imtihan olduğu gibi, şiddetli bir fırtına ve sekiz-dokuz şiddetinde manevî bir zelzele ile her şeyin savrulduğu, milyonlara yakın masum insanların mağdur edildiği, yüzbinlerce çocuk, kadın, hasta, yaşlı masum insanların medrese-i Yusufiye’ye (hapishanelere) doldurulduğu, kuru ekmeğe, bir kırba abdest suyuna, ilaçlarına, aile fertlerinin birbirine hasret bırakıldıkları, iman ve Kur’an hizmetinden dolayı işkenceler altında eziyet edildiği, cennet ırmakları kadar kıymetli, dökülen göz yaşlarının akıtıldığı günler de bir imtihandır.
Neticeleri itibariyle hayır ve güzellik olan bu türlü musibet ve sıkıntılar iradelerimiz dışı başa geldiği zaman katlanmalı, sabretmeli ve asla şikâyet edilmemelidir. Esbapta kusur yapmama kaydıyla, neticedeki güzellikleri nazar etmeli ve Allah’tan afiyet talep edilmelidir.
Hiçbir musibet devamlı değildir. Tarih boyu peygamberlerin, Allah’ın veli kullarının, kendilerini hak yoluna adamış olan ehl-i imanın başına gelenler nazara alınarak, başımıza gelen musibet ve sıkıntılara karşı da ‘bu da geçer yâ hû’ demeli, önümüze bakıp hayr-ul halef nesillerin, gelişen dünya şartlarına meşru dairede ayak uydurarak, iman erkânını hayatın merkezine çekerek yetiştirme gayreti içinde, ihmal etmeden sorumluluklar yerine getirilmeye gayret edilmelidir.
Bu dünya imtihan dünyası, bazen rahat ve rehavet, dünyanın cazibedar nimetleri, makam ve mansıpları, şan ve şöhretleri nedeniyle (Allah muhafaza buyursun) kaybetme tehlikesi olabilir.
Dünyanın bir misafirhane, insanların da misafir olduğu ve her an ilahi davetin geleceği, ba’sü ba’del mevtin gerçekleşeceği, zerre kadar hayır ve şerrin, hâkimler hâkimi Allah huzurunda hesabının sorulacağı gün unutulmamalıdır.
Bugün ve yarın insanımızın zorlanacağı noktalarda, yanlışlarını tashih edecek, hissî hareketlerden uzak durup, kitap ve sünnet çizgisinde marziyyât-ı ilâhîyeyi esas alan, muhtaç gönüllere hakkı duyuracak, hayırhah nesillerin yetiştirilmeleri esas olmalıdır.
Mekke fethinden sonra Ensâr’ın (r.ah), Efendimiz (sav) hakkında, neş’et buyurdukları Mekke'de kalacak endişelerine karşı, Allah Resülü (sav), ‘Ben sizin söylediğiniz şeylerden Allah’a sığınırım. Bilin ki, benim hayatım sizin hayatınızla, ölümüm de sizin ölümünüzledir’ buyurarak cevap vermiş ve hicret şehri Medine-i Münevvere’ye geri dönmüştür.
Efendimiz (sav) canlarını, mallarını ortaya koyan, Resulüllah’a (sav) sahip çıkan mahzun ve mükedder, muhâcir ve ensârı (radıyallahu anhüm hazeratını) boynu bükük bırakamazdı, bırakmadı da. Çünkü onlar akabede ve hicrette ve olunması gereken her yerde Efendimizi (sav) yalnız bırakmadılar, canları dahil her şeyleriyle O’na sahip çıktılar.
Ne olur yâ Resulâllah! Ahir zamanda mahzun, mükedder, mahküm, dava adına her çile ve ızdıraba katlanan, helâket ve felaketler asrında vefa ve sadakatle sarsılmadan dimdik durup, Sana ve davana sahip çıkan, fedakâr ümmetine de Sen sahip çık!
Allah’ım, mağdur, mazlum, mahkûm, maddi manevi zor durumda bulunan fedakâr kardeşlerimizi, ne olur Yâ Râb! küfr-ü mutlaka, zalim, fasık, fâcir ve münafıklara ezdirme!
İman ve Kur’an hizmetinde gece gündüz koşturan ehl-i imanı, altında ezilecek büyük imtihanlara tabi tutmaması ve şu anda gerçekten bir sahabe imtihanı ile imtihan olan kardeşlerimizin, bir an evvel necata ermeleri için, Cenab-ı Hakka kalbimizi dilimize getirerek, içten ve gönülden dua etmeyi ihmal etmeyelim.
Sonbaharda hazan vurmuş yaprakların bir fırtınayla savrulduğu gibi, kendi ülkesinden ve sevdiklerinden hicret ederek ayrı kalmış, kaderini iman ve Kur’an’a adamış olanlardan, aramızdan hiçbir gün yok ki ayrılıp ahirete göç edip giden bir dostumuz bulunmasın.
Neredeyse her gün kardeşlerimizin ya annesi ya babası, ya da yakın akraba ve dostlarından vefat haberi alınmış olmasın. Kaderini iman ve Kur’an hizmetine adayan Halil Şimşek hocamız ve Süleyman Çoban kardeşimiz de, davet-i ilahiye’ye icabet ederek bu hafta aramızdan ayrılmış oldular.
Başta Ashab-ı Resulüllah olma kaydıyla, bütün tanıdığımız tanımadığımız merhum ve merhumelerin Allah’ın rızasını ve Resulüllah’ın hoşnutluğunu kazanmış olarak, iman-ı kâmil ile ahirete gitmiş olmaları dua ve dileğimizdir. Allah (cc) hepsini Firdevs ile mükâfatlandırsın. Amin
M.Ali Şengül