Hizmette hedef her şeyden evvel Allah’ın rızasıdır. Mü’minin her iş ve hareketinde ihlas, vefa, sadakat, adalet ve ahlak en büyük hedef olmalıdır.
İnsanın gâyesi de: Globalleşen dünyâda hâdiselerin umumu ilgilendirdiği günümüzde, nesillerimizi şer’î ilimlerin yanında, tekvînî ilimlerle de mücehhez hale getirip dünya barışına ve kardeşlik şuuruna hizmet verecek şekilde yetiştirilmesi esas olmalıdır. Daha doğrusu bütün himmetini ahiret hayatına teksif etmenin yanında, dünya hayatını da meşru dairede asla ihmal etmemelidir.
İnsanın sâhip olduğu her şey, Allah’ın kuluna emânetidir ve ona borç vermiştir. Borçlunun teminatı kişinin nefsidir. Kim bunları Allah yolunda değerlendirirse, rehin olan nefsini kurtaracaktır. Ashab-ı yeminden, hesap defterini sağ tarafından alan cennetlikler
dışında herkes, yaptığı işlerin rehîni olacaktır.
Müddessir Suresi 38. Ayetten 47. Ayete kadar Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: ”Ashab-ı yeminden, hesap defterini sağ tarafından alan cennetlikler dışında herkes, yaptığı işlerin rehini olacaktır. Onlar mutlaka cennetlerde mücrimlerin durumu hakkında, kendi aralarında konuşurlar. O suçlulara: “Neydi bu cehenneme sizi sürükleyen?” diye sorulur. Onlar şöyle cevap verirler: Biz namaz kılanlardan değildik. Fakirleri doyurmaz, onların ihtiyaçlarıyla ilgilenmezdik. Batıl sözlere dalanlarla beraber biz de dalardık. Bu hesap gününü yalan sayardık. Ölüm bizi yakalayıncaya kadar hep böyle idik.”
Binaenaleyh mü’minler duygu kirliliğinden uzak durmalı, uzuvların temizliğine önem vermelidir. Aynı zamanda Allah’ın emir ve yasaklarına saygıda kusur etmeden kalp temizliğine fevkalade hassasiyet göstermelidirler.
İnanmış Hizmet İnsanı evvelâ; gaye edindiği hedefin farkında ve ideali içinde bulunmalıdır. Mü’min için, gaye, maksat ve hedef, ölümle sona erecek dünya olmamalıdır. Gaye dünya olursa, problemler, sıkıntılar, kavga ve gürültüler eksik olmaz, devam eder.
Hizmet insanının birinci derecede hedef ve gayesi, bütün fiil ve amelleri, Allah’ın rızasını kazanmaya matuf olmalı ve zerre kadar hayır ve şerrinden hesaba çekileceği Mahkeme-i Kübrâ’yı unutmadan, hayatını ona göre tanzim etmelidir. Bunun için de vesîleler aramalıdır.
İnsanın en birinci vazifesi; kendini, yaratılan varlıkların en mükemmeli olarak yaratan, maddi-mânevî paha biçilmez kıymet ve değerde, hârika uzuvlar ve latîfelerle donatan Cenab-ı Hakk’ı tanıması, sevmesi, emir ve yasaklarına saygıda kusur etmemesi ve kullarına Allah’ı tanıtıp sevdirmesi olmalıdır.
Bu vesîleyle insan, yaratan Allah’a ve yaratılanlara karşı, me’sûliyetinin idrak ve şuurunda olarak, Mevlâ’nın rızâsına tâlip olmalı, beklenmedik bir anda sona erecek dünya pazarında, ölümsüz ebedî hayâtı kazanma gayreti içinde bulunmalıdır.
Allah insanı; akıl, irâde ve şuur sâhibi olarak yaratmıştır. Bundan dolayı mes’ûliyet ve sorumluluk taşımaktadır. Sâhip olduğu maddî-mânevî bütün nimetlerden sorgulanacaktır. ‘Hâsibû enfüseküm kable en tuhâsebû- Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesâba çekiniz’ hakîkati hep nazarda olmalıdır. Onun için mü’min, kendini sorgulamayı hiçbir zaman ihmâl etmemelidir.
“Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın. Kiminiz kiminizi gıybet etmesin. Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır mı? İşte bundan hemen tiksindiniz!
Öyleyse Allah’ın azabından korkun da, bu çirkin işten kendinizi koruyun. Allah tevvabdır, rahîmdir (tövbeleri kabul eder, merhamet ve ihsanı boldur).” (Hucurat sûresi, 12)
Allah hiçbir kimseyi başkasının muhâsebecisi tâyin etmemiştir. Onun için, “Velâ tecessesü…başkaların gizli hallerini (ayıp ve kusurunu) araştırmayın” emr-i ilâhi esas maksat yapılmalıdır. Allah, ölü eti yeme teşbihiyle anlattığı gıybeti men etmiştir. Hocaefendi: “Nefsinizin savcısı başkalarının avukatı olun” hatırlatmasında bulunmuş, bu hususa dikkat çekmişlerdir.
Mü’min, hususiyle hizmet insanı; kavl-i leyyinle “emri bil ma’ruf, nehy-i anil münker” vazîfesini yapmakla mükelleftir. Efendimiz (SAV); “Allah’ı kullarına sevdirin ki, Allah da sizi sevsin’(Suyuti) buyurarak insana hedefini göstermiştir.
“Ey müminler! İçinizden hayra çağıran, iyiliği yayıp kötülükleri önlemeye çalışan bir topluluk bulunsun. İşte selâmet ve felahı bulanlar bunlar olacaklardır.” (Al-i İmran sûresi, 104)
“Ey Ümmet-i Muhammed! Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: İyiliği yayar, kötülüğü önlersiniz, çünkü Allah’a inanırsınız...” (Al-i İmran sûresi, 110)
Bakara Sûresi 286.âyette Cenâb-ı Hak: “Allah hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde sorumlu tutmaz. Herkesin kazandığı iyilik kendi lehine, işlediği fenâlıkta kendi aleyhinedir.” buyurmaktadır.
Hizmet insanı, mukaddeslerine sâhip çıkan, ilim aşkıyla yanan tutuşan, ölmüş kalplerin ihyâsı adına kıvranan insandır. Hizmet insanının hedefi, -Asr sûresinde de işâret edildiği gibi- îman erkânını esas alıp, amel-i sâlihle hakkı tutup kaldırmak, şartlar ne olursa olsun aktif sabırla, Allah’a tevekkül ve teslimiyetle, Rahman’ın rızâsına ulaşmaktır.
Mü’min, insanın saçını sakalını ağartan mes’uliyet duygusu ve sorumluluğunu, evvelâ kendisine, sonra insanlara hatırlatmalıdır. Hizmet insanı, kendisini ve insanları âhirete göre yönlendiren, muhtemelen bugün Allah huzuruna gidecekmiş gibi işlerini, amellerini değerlendiren, âhireti dünyâya tercih eden, hesâbını, defterini ona göre tutan insandır.
Her devir ve dönemde yaşayan insanlar içinde, yüzlerce olumlu, güzel teşebbüslerde bulunan insanlar olduğu gibi, çarpık ve olumsuz işler yapan, yakan yıkan, fitne fesat çıkaran insanlar da olmuştur, olmaktadır ve olacaktır da. Allah’ın kuluna bahşettiği en güzel nîmet, şüphesiz îman nîmetidir. Her nîmet, kendi cinsinden şükür gerektirir. Îman nimetinin şükrü, onu temsil ve tebliğ yoluyla muhtaç gönüllere taşımaktır.
Mes’ûliyet ve sorumluluğun şuurunda olan bir mü’min, kendisine düşen vazîfenin idrâki içinde hareket eder, onun ağırlığını vicdânında duyar. İnsanlığın iftihar tablosu Efendimiz (sav); “Eğer benim bildiğimi bilseydiniz çok ağlar az gülerdiniz...”, (Buhari) buyurmuşlardır.
Mü’minler; inandıkları gibi doğru olmalı, doğruyu konuşmalı ve doğruyu savunmalıdırlar. Kendi doğrularıyla hareket etmekten daha ziyâde, Kur’an ve sünnet çizgisinde hareket ederek şûrâyı esas almalıdır. Aynı zamanda “her sözün doğru olmalı ama, her doğruyu -her yerde, her zaman- söylemek doğru değildir” prensibini uygulamalıdırlar.
Dil, Allah’ın nimetlerindendir. Herkes onu hayırda kullanmalıdır. Dilini kontrol altına alanlar esâretten kurtulurlar. Dil, hem şerlerin hem de hayırların ve hakîkatlerin anahtarıdır. Dil, kalpten vize almadan konuşmamalıdır. Söz; ya tâmir eder, ya tahrip eder. Ağızdan çıkan söz, yaydan fırlayan ok gibidir, geriye dönüşü yoktur. Binâenaleyh, bütün duygular ve uzuvlar, vizesiz hareket etmemelidirler. Yutmadan evvel çiğnemek ne ise, konuşmadan evvel düşünmekte odur.
Müminler ağızlarını kirletmemeliler. Dilin kirli olması, kalbin kirli olmasına işaret eder.
“Fesad-ı kalp olmazsa, fesad-ı lisan olmaz”. Temiz kalp, temiz kelime, temiz düşünce üretir. Milyonların hakkı olan hizmetin bereketine zarar vermeme esas olmalıdır.
Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır: ‘Bana şu altı şey hakkında söz verin, Ben de size Cennet hakkında kefil olayım:
“Konuştuğunuzda doğru konuşun, Va’dinizi yerine getirin, Emânette emin olun, İffetinizi muhâfaza edin! Gözlerinizi haramdan koruyun, Ellerinizi haramdan uzak tutun!” (Ahmed bin Hanbel)
Doğruluk ve emînlik İslâm’ın özüdür. Nitekim Süfyân bin Abdullah -radıyallâhu anh- Peygamber Efendimiz’e:
“Yâ Rasûlâllah! Bana İslâm’ı öyle anlatınız ki, onu Siz’den sonra bir başkasına sorma ihtiyacı duymayayım!” demişti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Allâh’a îman ettim de, sonra da dosdoğru ol!” buyurdular. O: “Peki, yâ Rasûlâllah! En fazla korunmam gereken şey nedir?” diye sordu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mübârek eliyle diline işâret ettiler. (Ahmed bin Hanbel Müslim, Tirmizî, İbn-i Mâce)
Ebû Eyyûb (el-Ensârî) (ra) şöyle demiştir: Sahâbeden bir zat; ‘Yâ Resûlallah! Bana öyle bir nasihatta bulun ki, bir daha nasihat ihtiyâcı duymayayım’ diyor.
Allah Rasülü (sav) ona ve bütün mü’minlere şu tavsiyede bulunuyor:
“Her Namazını son Namaz gibi eda et. -Her gün ve geceyi, her Cuma ve Ramazan-ı Şerifi de bir daha nasip olmaz mülahazasıyla- değerlendir, yarın pişman olacağın nedamet duyacağın, özür dileyeceğin bir işi yapma, İnsanların elindeki şeylerden ümidini kes, bir beklenti içerisine girme. Her ne iş yaparsan yap, yaptığın iş meşru olsun ve Allah için yap” (İbn-i Mâce, Suyutî)
Her insanın takip ettiği yol müstakim değildir. Bir insan okul bitirir diploma alır, belki güzel bir makam ve mevkiye de gelebilir ama; inanmıyor veya inandığı gibi yaşamıyorsa, adâleti, ahlâkı, fazîleti temsil etmiyorsa, yetimin, garibin, mazlumun elinden tutmuyor, onların imdâdına yetişmiyorsa; tersine, onları eziyor, sıkıntı ve sefâlete atıyor ve onlara zulmediyorsa, fıtrat-ı aslisinden uzaklaşmış ve yaratılış gayesine muhalif harekette bulunmuş demektir.
Herkes aynı kabiliyet ve aynı meşrepte olmaz. Temel değerlerde ittifak, fürûatta istişare esastır.
Hz. Üstad; Bin haysiyetim olsa, kardeşlerimin arasındaki muhabbet ve samimiyete feda ederim. Bizim vifak ve ittifakımız, tevfîki ilâhînin çok önemli bir vesilesidir. Haklı dahi olsanız, hakkınızdan ferâgat etmeniz lazım. Çünkü haklı insaflı olur.
Ve yine Hz. Üstad; “İhlas ve samimiyeti kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi ‘rabıta-yı mevttir’ diyor. Efendimiz (sav) “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz”. diye rabıta-yı mevti ders veriyorlar.
Mehmet Ali Şengül