İnsan topraktan yaratılan, tevazuyu temsil etmesi gereken bir varlıktır. Toprak ayaklarımızın altında mütevazi olmanın yanında, yeryüzü bahçesini süsleyen, rengarenk harika güller yetiştirmektedir. Akıl ve irade sahibi insan da, gerçek manada tevazuyu temsil edebilse; cennete benzeyen harika güzelliklere iman ve ahlakıyla sebep olabilir.
Gel gör ki; gurur ve dalalet insanı azgınlaştırır; o zaman insan kendi çıkarları, menfaatleri ve rahatı uğrunda her kötülüğü ve her fenalığı yapabilir. Rabbi'ni bilemediği, kendisini yaratan Allah’ı unuttuğu, Allah ve Resulüne muhalefet ettiği, ciddi bir şekilde hesap ve muhasebe yapmadığı, sınır tanımayıp hak-hukuk gözetmediği için, ortalığı fesada vererek korkunç zulümler irtikab edebilir.
Gerçek manada imanla şereflenmiş Allah kullarına gelince; onlar, hayatın kendilerine ait olmadığının farkında olur, aczini, zaafını ve fakrını Allah’a arz eder, dünyayı fesada vermek isteyen müfsitlere karşı ıslahçı rol almak suretiyle; başta iman kardeşlerine ve bütün insanlara karşı, maddi manevi bütün musibetlere paratoner olmaya gayret eder, bu mevzuda çok büyük fedakarlıklarda bulunurlar.
Bazı insanlar, geçici olarak Allah’ın kendisine lütfettiği gücü, kuvveti, sahip olduğu maddi-manevi imkanları, nimetleri; Karun gibi, ‘Ben bunları kendi gücümle elde ettim’ der, Rabbin’e baş kaldırır, isyan eder, nefsine yenik düşerse; hangi dine mensup olursa olsun, o zaman sınır tanımaz hale gelir. Bundan dolayıdır ki, günümüzde dünyanın bir çok yerinde fırtınalar kopuyor, ortalık fesada veriliyor ve insanlar perişan oluyorlar.
Dünyanın bir çok yerinde, böylesine sorumsuz insanların tavır ve davranışlarından mütevellid; nice masum, mağdur, mazlum insanlar, nice kadın ve çocuklar, hatta ölümünü bekleyen ihtiyarlar, nice aile ve milletler zarar görmekte ve acı acı ızdırap yudumlamaktadırlar.
Kuvvet zulümde, ortalığı yakıp yıkmakta değil; adaletin gerçekleşmesinde, huzur ve güvenin sağlanmasında kullanılmalıdır. İtfaiye insanları boğmak için değildir. Yangın söndürmede ve yangından insanları kurtarmak için vardır. İnsanlar doğruyu ve gerçeği temsil etmeleriyle, mes’uliyetten ve sorumluluktan kurtulmuş olurlar. Böylece insana yakışan bir tavır sergilemiş ve vazifelerinin hakkını vermiş olurlar.
Gün gelecek herkes gerek hayır olarak, gerek kötülük olarak ne işlemişse, Büyük Mahkeme’de hakimler hakimi Allah (cc) huzurunda bunların hesabı sorulacaktır. İnsan, ölümle fani dünyaya veda edip, ölümsüz ebedi dünyaya gözlerini açtığı zaman gerçekler önüne çıkacak, ya nedâmet duyup eyvah diyecek veya memnun ve mesrur olacaktır.
Hz.Allah (cc) Kehf suresi 7.ayette, “Biz yeryüzünde bulunan her şeyi bir dünya zineti kıldık. Böylece insanlardan kimin daha iyi iş gerçekleşeceğini ortaya koymak istedik” buyurmaktadır.
‘Büyük başarılar çekilen çile ve ızdıraplar neticesinde elde edilir.’ Allah’ın (cc) Kur’an-ı Mücizül Beyan’da bildirdiği emir ve yasaklar, kafalardan kalbe ve ruha inmelidir. İman kalbe inmediği müddetçe, Şeytan’ın oraya el atma ihtimali kuvvetle muhtemeldir.
Her an kendini kontrol eden, Allah’ın (cc) tayin ettiği manevi istihbarat memurlarının, her şeyi kaydettiğine inanarak hayatını tanzim eden irade insanları, “Allah, ne yapıyorsanız onların hepsinden haberdardır”(Ahzab,2) ve “...Biz ona şahdamarından daha yakınız ” (Kaf,16), şuuruyla hareket eder, adımlarını ona göre atarlar.
Rabbimiz Al-i İmran suresi 104.ayette, “Ey müminler! İçinizden hayra çağıran, iyiliği yayıp kötülükleri önlemeye çalışan bir topluluk bulunsun. İşte selâmet ve felahı bulanlar bunlar olacaklardır”,
Yine Al-i İmran suresi 110 ve 111.ayetlerde Cenab-ı Hak, “Ey Ümmet-i Muhammed! Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği yayar, kötülüğü önlersiniz, çünkü Allah’a inanırsınız. Ehl-i kitap da bu imana gelseydi, elbette kendileri için iyi olurdu. İçlerinden iman edenler varsa da ekserisi dinden çıkmış fâsıklardır.” ve “Onlar size hiçbir zarar veremezler, olsa olsa incitirler. Sizinle savaşacak olurlarsa, arkalarını dönüp kaçarlar. Kendilerine yardım eden de bulunmaz.” buyurmaktadır.
Hz.Huzeyfe (ra)’den rivayet edilen bir hadis-i Şerifde Peygamber Efendimiz (sav), “Nefsimi Kudret elinde tutan Zat’a (Allah’a) kasem olsun! ‘Ya marufu emreder münkerden nehyedersiniz veya Allah’ın umumi bir bela göndermesi yakındır. O zaman yalvarır yakarırsınız da (dualarınız) kabul edilmez”, Yine Efendimiz (sav) “Mü’minin bakışı ibret, konuşması hikmet ve sükutu ise tefekkürdür” (Deylemi, Müsned) buyurmuştur.
Her insan kainatta, insanın emrine ve hizmetine verilen, taklidi mümkün olmayan harika sanatlara bakmalı, onları Allah (cc) hesabına okuma gayreti içinde olmalıdır.
Tefekkür ruhun gözü, kalbin ziyası, aklın da nurudur. Hazret-i Âişe (r.anhâ) vâlidemiz, Allah Rasûlü (sav)’in kalbî rikkatine ve tefekkür ufkuna dâir bir misâli şöyle nakleder: “Bir gece Rasûlullah (sav) bana ‘Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibâdet ederek geçireyim.’ dedi. Ben de: ‘Vallâhi Sen’inle berâber olmayı çok severim, ancak Sen’i sevindiren şeyi daha çok severim.’ dedim. Sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki; mübârek sakalları, elbisesi, hattâ secde ettiği yer bile ıslandı.
O (sav), bu hâldeyken Hz.Bilâl (ra) ezan okumaya geldi ve Allah Rasûlü’nü çok mahzun ve kederli bir hâlde buldu. Âlemlerin Efendisi’nin ağladığını görünce, O’nu bu kadar mahzun ve mağmûm (üzgün, kederli) hale getiren hâdisenin ne olduğunu merak ederek; ‘Yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ sizin geçmiş ve gelecek bütün günahlarınızı bağışladığı hâlde niçin ağlıyorsunuz?’ diye sordu. Bunun üzerine Efendimiz (sav): Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle âyetler indirildi ki, onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun! dedi ve şu âyetleri okudu:
“Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sâhipleri için (Allâh’ın birliğini ve azametini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve ‘Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen’i tesbîh ederiz; bizi cehennem azâbından koru! (derler).” (Âl-i İmrân, 190-191)” (İbn-i Hibbân, Âlûsî, Rûhu’l-Meânî)
İnsan kainâta daima ibret nazarıyla bakmalı, Kur’an’ın işaret buyurduğu şekilde kainât kitabını, derin bir tezekkür ve tefekkürle okumaya çalışmalı ve Sanî-i Muhteşem’in icraatıyla yapmış olduğu kudret ve azametini görmeye çalışmalıdır. Çünkü Allah vücud sarayına en uygun şekilde yerleştirdiği göz pencerelerini, basiretiyle bunları görsün diye yaratmıştır.
İnsan akıl ve iradesini sû-i istimal etmesi neticesinde, kalp mühürlenmiş basiret kör ise, göz görmeyecek o zaman bu muhteşem alemî insanın Allah hesabına okuması mümkün olmayacaktır. Gurur ve kibiri de buna mânî olmaktadır.
Allah insanı, yaratılan varlıkların en mükemmeli olarak, kâinatı ve Kur’an-ı Kerim’i okuyacak liyakat ve kabiliyette yaratmıştır. Buna rağmen şeytanın, nefsin esareti altında gurur ve kibri, Allah hesabına kâinatı okumaya, Kur’an’ı anlamaya mâni olmaktadır.
Mülk Allah’ındır. İmana ebedî saadeti kazanmak için, dünyada kendisine emanet verilen bu harika sermayaleri, ölümle sona erecek dünya saltanatı ve dünya zevkleri için harcamakta ve Allah’ı, ahireti unutup, kendisine yazık etmektedir.
Akıl ve izan sahibi insan, kendisine emanet edilen sermayeleri yarın pişman olacak şekilde harcamamalı, Allah ve Resülullah yolunda, ahiret hayatı adına iyi değerlendirmelidir.
Mehmet Ali Şengül