Îman; Allah’a -isim ve sıfatlarıyla-, meleklere, kitaplara, peygamberlere, âhiret hayâtına, kazâ ve kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmaktır. Bunlar imanın rükünleridir. Küfür ise, bunların birini veya hepsini inkâr etmek demektir.
Günümüzde insanlar, yerli yersiz gerçeği tam bilmeden, hisleriyle hareket etmekte ve kendi doğrularına güvenerek, başkalarını tekfir edebilmektedirler.
Açıkca inkâr etmedikçe, gerçek mânâda kim mü’min, kim kâfir bunun hükmünü insan veremez. Hakîki mânâda bir kalbte, îman veya küfrün varlığını sadece Allah bilir.
Allah Resûlü (sav); “Bir mü’min, bir mü’mine kâfir derse, kâfir denilen kimse o sıfatı taşımıyorsa, kâfir lafzı gelir onu söyleyen şahsı bulur” buyurmaktadır. (Buhâri, Müslim)
Allah (cc) Hucûrat sûresi 11 ve 12.âyetlerde; “Ey îman edenler! Sizden hiçbir topluluk bir başka toplulukla alay etmesin. Ne mâlum? Belki alay edilenler edenlerden daha hayırlıdır.
Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler. Belki de alay edilenler, edenlerden daha hayırlıdır.
Birbirinizi, (daha doğrusu kendilerinizi) karalamayın. Birbirinize kötü lakaplar takmayın.
Îman ettikten sonra insanın adının kötüye çıkması, fâsık damgası yemesi ne fenâ bir şeydir! Kim tövbe etmezse işte onlar tam zâlim kimselerdir.” (11)
“Ey îman edenler! zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır.
Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın. Kiminiz kiminizi gıybet etmesin.
Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır mı? İşte bundan hemen tiksindiniz!
Öyleyse Allah’ın azâbından korkun da bu çirkin işten kendinizi koruyun. Allah tevvabdır, rahîmdir (tövbeleri kabul eder, merhamet ve ihsanı boldur)” (12)
Alah (cc), başka insanların ayıp ve kusurlarını tecessüs etmeyi, araştırmayı, onu başkalarına anlatıp gıybet etmeyi men’etmektedir. Kişi, ehl-i îman insanların kâfir olup olmadığına değil, kendi eksik ve kusurlarına bakmalı, itikâdını kontrol etmeli ve Allah’a karşı kusurlarını tashih etmeye çalışmalıdır.
Çünkü Cenâb-ı Hak (cc), bir insanı diğer insanların ayıp ve kusurlarını araştırmak, onları kayıt altına alıp başkalarına anlatmak, gıybet etmek için vazifelendirmemiş ve muhasebeci tâyin etmemiştir. Ancak, Cenâb-ı Hakk’ı ve gerçekleri tebliğ vazîfesi vermiştir. Allah (cc), öbür âlemde herkesin hesâbını kendinden soracaktır. Zerre kadar hayır ve şer, zâyi olmayıp insanın önüne konacaktır.
Haşir sûresi 18.âyette; “Herkes yarın -âhiret hayatı- için ne hazırladığına baksın!..” buyrulmaktadır. Kaldı ki bir insan, kâfir olsa da, ehl-i kitap bulunsa da, yüzüne karşı ‘kâfir, gavur’ demek doğru değildir. Mü’minin îman, ahlâk ve âdâbına uygun düşmez. Çünkü kâfir deyince, Allah’ı inkâr edenler akla gelir. Onlar Allah’ı inkar etmemektedirler. ‘Kâfir’ sözü, onlara eziyet vermektedir. Bu da yasaktır.
Adâlet-i İlâhiye, müslümanın başkasına eziyet etmesine müsâde etmez. Efendimiz (sav); “Kim zımmî birine eziyet ederse, ben onun hasmı olurum” buyurmuştur. (Münâvi, Feyzü’l Kadir) Şer-i şerife göre kâfir, eğer zımmî olsa veya musâlaha etse, hakk-ı hayatı vardır.
Kaldı ki, başkalarına ‘kâfir, gavur’ denmesi, insana hiçbir sevap kazandırmaz. Onlara hidâyet dilenirse, kişi hem onlara hem de kendine iyilik yapmış ve sevap kazanmış olur. Zirâ, Cenâb-ı Hak duâsını kabul eder, o insanlardan hidâyete eren olursa; o insan âhiret hayâtı adına çok büyük mükâfat elde etmiş olur.
Kâfir ve nankör, ikisi de aynı kökten gelir. İkisi de ‘bir şeyi setretmek, örtmek’ mânâsına kullanılır. Kâfir ve münkir, ‘Allah’ın varlığına işâret eden hadsiz delilleri göremeyen, örten’ demektir.
Nankör ise, ‘hadsiz nimetlerin Allah’dan geldiğini göremeyen, kıymetini takdir edip şükretmek yerine, şikâyet eden, küfrân-ı nîmette bulunan’ demektir.
Allah (cc), bütün kullarını ahsen-i takvimde yaratmıştır. Bugün teknoloji, başdöndürücü olarak ilerlemesine rağmen, milyarlarca insan gerçek mânâda Allah’ı tanıyamamakta ve bilememektedir.
Efendimiz’den (sav) sonra peygamber gelmeyeceğine, İslâm’ın hükmü kıyâmete kadar geçerli olduğuna göre mü’min, İslâm’ın güzel ahlâkını bilmeyenlere sevdirmek ve anlatmakla mükelleftir.
Efendimiz (sav); “Kullarına Allah’ı sevdirin ki, Allah da sizi sevsin” buyurmuşlardır. (Suyuti, el-Camiu’s-sagır) İnsanları cehenneme doldurmak vazifemiz değil; Allah ve Resûlullah’ı sevdirip anlatarak, cehennemden kurtarmak ve cennete dâvet etmek vazifemizdir. Yâni; küfür ve dalâlet yangınından nefsimizi ve neslimizi kurtarmak için gayret göstermektir.
Buna rağmen kalplere îmanı sevdirmek Allah’a aittir. Peygamberler dâhil, ehl-i îmânın vazifesi tebliğdir, sevdirmektir. Sevdirmenin en müessir yolu ifrat ve tefritten uzak; doğruyu, gerçekleri yaşayarak model olmak ve tatlı dil, güleryüzle insanlara muâmele de bulunmaktır.
Bugün mü’minlerin; içinde bulundukları şartların gereği olarak değil ehl-i îmanla, ehl-i kitapla, fırak-ı dâlle ve küfür içinde olanlarla bile -doğru ve gerçeği anlatmanın dışında- medar-ı münâkaşa ve nizâda bulunmamaları gerekmektedir. Mü’minler, sâhip oldukları bütün imkânları kullanarak, Hakk’tan mahrum kalmış Allah kullarına gerçekleri ve hakîkatleri ulaştırma, dünya barışına katkıda bulunma gayreti içinde olmalıdırlar.