Zaman sel gibi akıyor, rüzgar gibi uçuyor. Ömür o kadar süratle geçiyor ki, insan onun farkına varmakta zorlanıyor. Yıllar evvel tanıştığım bir arkadaşımla, hakkımızda kaderin verdiği bir hükümle, geleceğimizin ümidi hayr-ul halef nesiller yetiştirme adına bir eğitim müessesesinde beraber çalışmayı Allah nasip etmişti.
Yüce Mevla’nın ilm-i ezeli'de hakkımızda verdiği bu karar, Allah’a malum bize meçhul olduğundan, elbette başımıza gelecek müstakbel menfi veya müsbet hadiselerden de haberimiz olamazdı.
Kardeşimizin geçirmiş olduğu büyük bir trafik kazası neticesinde, belden aşağı tarafı tamamen ezilip felç olmuştu. Kurtulma ihtimali milyonda bir olan bu kazadan, imanının gücü, çok sevdiği bir zatın, arkadaşlarının ve yakınlarının duası vesilesiyle elde ettiği moral ve sabırla tehlikeli dönemi atlatmış, bu güne kadar Allah’ın takdirine razı olarak 32 yıldır hayatını sürdürmektedir.
Her türlü itirazlarıma rağmen, bu kardeşimizin hüsn-ü zannından kurtulamadım. Böylesine mazlum ve mağdur olan bu samimi ve muhlis kardeşimizin hatırını da kıramazdım. Onun için teklif ettiği vekaleten Hac vazifesini ifa etmeyi kabul etmek zorunda kaldım.
Bu vesileyle Hacc yolculuğuna Almanya-Frankfurt şehrinden çıkarken, bir dostumuz Rasulullah Efendimiz'i (sav) de bu uçağa binerken gördüğünü söyleyince, o anda hem sevindim, hem de üzüldüm. Sevindim; çünkü Rasulullah’a (s.a.v) gidiyordum. Onun mübarek köyüne, mübarek beldelere, ruhumu itminana kavuşturacak huzur iklimine gidiyordum. Üzüldüm; çünkü o mübarek ve mukaddes vazifeyi kardeşimiz bizzat kendisi yapsaydı. Kabe’nin etrafında mecnunlar gibi tavafını, Arafat, Müzdelife ve Mina da mahşeri sembolize eden manzarayı müşahede içinde vakfelerini kendisi ifa edebilseydi. Rasulullah’ı (s.a.v) gözyaşları ile ziyarette bulunup, Cennet-ül Mualla’yı, Cennet-ül Baki’yi, Uhud’u ve bütün ziyaret mahallerini kendisi bizzat görüp ziyaret edebilseydi.
Fakat inancım odur ki, bu kardeşimiz Hac ibadetinden elde edeceği sevapları; başına gelmiş olan bu musibet karşısında Allah’a olan güveni, tevekkülü ve sabrı ile çoktan elde etmiş kazanmıştır Allah’ü alem. Zira 30 yıldır halinden hiç şikayet ettiği görülmemiş, bu durumda olan insanlara ve herkese model ve örnek olmuştur.
Hiç kimseyi Allah’a karşı tezkiye etmeye hakkımız yok ama, bu kardeşimizi yakından tanımış olmam ve otuz iki yıldır aksatmadan görüşmelerimiz devam etmesi itibariyle, zahiri sebepler açısından tevekkülüne, teslimiyetine, sabrına ve şükrüne şehadette bulunabilirim.
Her an kapımızın çalınmasını beklediğimiz bu misafirhane-i dünyada bulunmaktayız. Dolayısıyla mukadder olan Rabbimizin davetine hazır olmamız gerekmektedir. Dünyanın cazibesi ve meşguliyeti zaman zaman insana ölümü ve ahireti unutturmaktadır. Onun için Allah Resulü (sav), ‘Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz’ buyurmuşlardır. (Tirmizi)
Hac vazifesi vesilesiyle giymek zorunda olduğumuz ihram, bir gün dünyadan ayrılırken de -nasib olursa- giymek zorunda olduğumuz kefeni, ölümü dolayısıyla ahireti bize hatırlatmaktadır.
Dünyada geçici olarak sevdiklerinden ayrılmaya bile tahammül edemeyen insan, Allah ile irtibatının kopması neticesinde, ahiret hayatında sevdiklerinden ebedi olarak ayrı kalacağına nasıl tahammül edeceğini düşünmelidir.
Mü’minler Allah'ın emanet ettiği nefislerini ve evlatlarını asla ihmal etmemelidirler. Allah ve Resulullah’tan (sas) mahrum yaşayan anne-babalar, kendileriyle beraber evlatlarını ihmal etmenin neticesinde Büyük Mahkeme günü çocuklarından kaçacak, evlatlar da ‘niçin bana Rabbimi tanıtmadın, dinimi peygamberimi öğretmedin, bana rehberlik yapmadın?’ deyip peşlerine düşüp kovalayacaklardır.
Birinci derecede insan Allah’a karşı kendi şahsi sorumluluğunu hatırlamalıdır. Aynı zamanda korkunç sefalet ve zillet içinde kıvranmakta olan insanlığa karşı; şefkatle elinden tutmalı, kendilerine Hakk’ı tanımalı ve sevdirmelidir. Bu mevzuda her mü’min kendisini ciddi bir muhakeme ve muhasebeden geçirmeli, vazifesini ne ölçüde yapıp yapmadığına bakmalıdır.
Evet insan nazlı ve nazik bir çocuğa benzer. Çocuğun aciz ve zayıf olmasında bir güç vardır. Ağlaması, boynunu bükmesi, hal diliyle aciz ve zayıf olduğunu ifade etmesi karşısında; nice kuvvetliler, anne babalar pervane olup etrafında döner hizmet ederler. İnsan da Allah (cc) karşısında çocuk gibi aczini, zaafını, fakrını kabullenmeli ibadet ve dualarıyla halini Allah’a arz etmelidir. Böylece Mevla’nın rızasını kazanmış, mutluluk ve huzura da kavuşmuş olur.
Zatında insan et ve kemikten ibaret, çürümeye mahkum zayıf bir mahluktur. Bazen bir sivrisineğe, bir mikroba mağlup olurken, Allah vermesin beklenmedik bir anda, hayatının en güçlü ve sağlıklı olduğu bir zamanda, -kardeşimizde olduğu gibi- bir kaza ile hayat yörüngesi değişebilir. Onun için insan, gurur, kibir ve enaniyeti bırakmalı, kulun Allah’a en yakın olduğu secdeye başını koymalı, haliyle, tavrıyla, kavliyle, bakıldığında Allah’ı hatırlatacak bir hayat sergilemeli, her an halini Rabbi’ne takdim edecek bir şuurla yaşamalıdır.
İnsan Allah’a, Resulullah’a ve ahirete olan inancıyla mutluluk ve huzura kavuşur. Bu imanı sayesinde, başına gelen her türlü maddi ve manevi sıkıntılara rıza gösterir. Çünkü, kendi sıkıntılarından daha büyüklerine bakarak kadere isyan etmekten kurtulur, kendinden aşağıdakilere bakarak da haline şükreder.
Sen bir gözünü kaybetmişsen, iki gözü olmayana bakıp haline şükretmeyi öğretir. Mezkur kardeşimiz, ‘Allah (cc) ayaklarımı aldı, ya aklımı alıp mecnun, deli olsaydım. Evet mülk O’nun, tasarruf da O’na ait.. Vücudumuz Allahın bize bir emaneti, O nasıl murat ederse ona razı olmak zorundayız. Kim bilir Allah ayaklarımı almasaydı, belki O’nu unutacak, baş kaldırıp isyan edecektim’ demişti.
Hizmet-i İmaniye ve Kur’aniye’ye kaderini adamış milyonlara baliğ kardeşlerimizin ve emek vererek meydana getirdiği bütün hizmet kurumlarının başına gelen zahiri şer gibi görünen, neticesi hayır olduğunda şüphemiz olmayan bu hadiseler zuhur etmeseydi; kim bilir belki gurur ve kibre kapılıp, ihlas ve samimiyetimizi kaybedecek, dünyanın cazibesine, makam ve mansıbına takılarak ihtilafa düşecek, birlik ve beraberliğimizi koruyamayacak ve Allah’ın rızasından uzaklaşacaktık.
Cenab-ı Hak bu hadiseyle aczimizi, zaafımızı bize hatırlatarak; iman ve Kur’an hizmetini hiçbir şeye alet etmeden ifa etmemizi ve böyle büyük bir imtihana tabi tutmak suretiyle sabrımızı, tevekkül ve teslimiyetimizi de ölçmüş olmaktadır.
İnsanın en önemli vazifelerinden birisi de, sebeplerde kusur etmeme şartı ile Allah’ın hakkımızda menfi-müsbet verdiği karara razı olmak, sabretmek, teslim ve tevekkülde bulunmak, ebedi ve sonsuz bir hayatın kazanılması yolunda her türlü sıkıntılara göğüs gerip katlanarak, Allah’ın rızasını kazanmaya çalışmak olmalıdır.
Mehmet Ali Şengül