'Yıldız'lar Sönmesin Diye...

Mevlüt Karakaplan

Mevlüt Karakaplan

05 Kas 2019 15:50
  • Günlerden Atina ve hava en az Atinalılar kadar sıcak. Ümit yolculuğumuzun geriye kalan yarısını tamamlamak üzere bu kadim şehirde tekrarladığımız girişimlerimizden sonra ümitsizce eve dönüşlerimizden birindeyiz. Yanımda Meriç arkadaşım kıymetli Yüksel Abim. Bilenler bilirler; ''Meriç arkadaşlığı'' ''kan kardeşliği'' kadar yakın kılar insanı bir günde. Belediye otobüsünde hararetli ve bir o kadar da endişeli ve ümitsiz yolculuk denemelerimizi konuşarak, tüm dünyaya kapandığımız bir muhabbetin koyuluğu ile eve doğru ilerliyoruz...

    İlk defa o gün karşılaştım onunla. Sırtıma çekinerek ve hafifçe dokundu, sonra da otobüs kartını uzatarak bana; 'delikanlı şu kartımı da basabilir misin?' dedi. İstanbul dolmuş ve otobüslerinde günlük ritüellerden olan bu davranışa tabii bir refleksle karşılık verdim. Kartı uzatanın kim olduğuna bile bakmadan bilinçsizce kartı basmaya gittim. Olayı ancak kartı bastıktan sonra fark etmeye başlamıştım. Burası Atina idi ve yaşlı bir teyze aşinası olduğumuz bir dilde, bu gurbet elde memleket tonuyla bir memleket davranışı sergiliyordu. Sahibinin kim olduğunu öğrenmek için büyük bir merakla kartı iade etmeye gittim.

    ''Siz Türk müsünüz?'' diye sordu. ''Sayılır' dedim, ''Türk olmasam da Türkiyeliyim. Ama arkadaşım Türk'' dedim tebessüm ederek. 
    ''Hayrola ne işiniz var buralarda?'' dedi. ''Mülteciyiz, siyasi sebeplerden dolayı ülkeyi terk etmek zorunda kaldık'' dedim. Şaşırdı, bir anlam veremedi ilkin. Muhtemelen ülkeyi terk eden birçok insan görmüştü şimdiye kadar. Çünkü bu kadim memleket aynı zamanda bir mülteci geçiş güzergâhıydı ve o bugüne kadar gördüğü birçok profile bizi oturtamamıştı. Ve artık duymaya hiç şaşırmadığım ve beklediğim o soruyu sordu; ''Siz neden ülkeden kaçmak zorunda kaldınız ki? Temiz insanlara benziyorsunuz.'' dedi. 

    Memleket topraklarından bir yudum su içmiş neredeyse herkesin meseleye baktığı gibi bakıyordu o da. Ve muhtemelen şöyle düşünüyordu: Memleketi terk etmek zorunda kalmışsa bir insan, muhtemelen çok da iyi bir şey yapmamıştır ve yine muhtemelen hak etmiştir.

    ''Hiçbir şey yapmadığımız halde terörist ilan edildik. Bütün her şeyimize el konuldu. Arkadaşlarımızın çoğu yakalanıp hapse atıldı, bir kısmına da ciddi işkenceler maruz kaldı. Bu yüzden de kendimizi kurtarmak için kaçıp terk ettik memleketi. Anlattıklarımız çok mantıklı gelmemiş olmalı ki tereddütle baktı bize. Ama yine de gözümüzün içine bakıp bakıp istemsizce bizimle bağ kuruyor ve bize inanmak istiyordu. ''Nerede kalıyorsunuz? Ne yiyor, ne içiyorsunuz?'' diye sordu. Geçici olarak bir yer kiraladığımızı ve buradan ayrılana kadar bu gibi yerlerde kalacağımızı söyledik. 

    ''Bir şeye ihtiyacınız var mı?'' ''Hayır, teşekkür ederiz. Biz de sizi Merak ettik; Siz burada ne yapıyorsunuz? Burada mı yaşıyorsunuz?'' dedik. ''Evet'' dedi. ''40 yıldır burada yaşıyorum. Buradan biriyle evlendim ve yerleştim buraya.'' 

    İneceğimiz durağa yaklaşırken muhabbetin vermiş olduğu güvenden olsa gerek iyice yakınlaşmıştı bize ve bizlere ''lütfen inmeyin'' bakışları ile bakıyordu. Zaten bizler gurbet hisleriyle dolup taşmışken, teyzenin bakışlarıyla iyice garip hissetmiştik. Aslında ben de teyzeden ayrılmak istemedim ve eğer isterse ve uygun bir zamanı olursa, bizi ziyaret etmesinin bizi çok sevindireceğini söyledim. Bu davetin karşısında çok şaşırıp duygulandı. 

    ''Ama zaten siz mültecisiniz. Ne yiyip içersiniz? Bir de ben gelip sizi zor durumda bırakmayayım.'' dedi. ''Hiç zor durumda kalmayız. Çok şükür ki hala yiyecek ekmeğimiz ve içecek çorbamız var. Gelirseniz çok memnun oluruz.'' 

    ''Peki, o zaman; 2 gün sonra, yani Cumartesi günü gelsem olur mu?'' dedi. Ben de Ramazan ayında olduğumuzu, gelirse eğer, kendisi ile birlikte bir şeyler yiyip içemeyeceğimizden kendisine ayıp olacağını, ama isterse iftara gelebileceğini söyledim. Bu sözü duyunca sanki kafasından şimşek çakmış gibi irkildi. Şaşırdı, heyecanlandı ve biraz da utandı. Kısık, mahcup ve özlem dolu bir sesle: ''Ramazan ayında mıyız?'' diye sordu nemli ve buğulu gözlerle. ''Evet'' dedim. ''Son günlerindeyiz. Birkaç gün sonra da Ramazan Bayramı olacak.'' 

    ''O zaman ben sizi rahatsız etmeyeyim. Bayramın 2. günü uygun görürseniz size gelmek isterim'' dedi. Bundan büyük memnuniyet duyacağımızı ve muhakkak bekleyeceğimizi söyledim. Aceleyle telefon numarasını alıp indim inmemiz gereken durakta.
    Çok heyecanlanmış ve etkilenmiş olmalı ki geleceği güne kadar birkaç defa telefonla aradı beni. Bu heyecanların sebebini hikâyesini dinleyince anlayacaktım. Ve Nihayet o gün geldi. İşte iniyordu taksiden kapımızın önünde. 65-70 yaşlarında kimsesiz, yaşlı ama bir o kadar da heyecanlı ve davet edildiği yere özenle hazırlanmış şekilde gördüm onu. Balkondan onu izlerken, daha taksiden indiğinde fark ettim gözlerindeki nemi. İçeri girer girmez eşime sarılıp hüngür hüngür ağlamaya başladı. Sanki yıllardır tanıyormuş gibi, sanki yıllardır bizim evin özlemini çekiyormuş gibi…  

    Sonra da dört yaşındaki oğlumuza sarılıp ağladı ve bu yaklaşık yarım saat sürdü. Evde gördüğü her şey ya da her davranışımız onu çok etkiliyordu. İkramlara bakıp duygulanıyordu, çocuğumuza bakıp hüzünleniyordu, evdeki halı bile çok tesir etmişti ona. Biraz havadan sudan ve tanışma faslından sonra meraklı bakışlarımızın bütün merakını gidermek üzere o unutulmak üzere olan Türkçesi ile anlatmaya başladı hikâyesini:

    ''Ben 40 yıldır memleketten birinin ya da bir Müslümanın evine ayak basmadım daha'' dedi ve hıçkırıklara boğuldu tekrar. 

    Kendisine gelince devam etti:
    ''40 yıl önce Türkiye’deyken bir Yunan askeri ile tanıştık ve birbirimize gönlümüzü kaptırdık. Babam orduda üst düzey bir subaydı. (sanırım General) Bu Yunan askeri ile evlenmek istediğimi söyleyince babam çılgına döndü. Nasıl olurdu da asil bir Türk subayının kızı bir düşman askeri ile evlenmek isteyebilirdi? Ben çok ısrar edince babam da beni evlatlıktan reddetmekle tehdit etti. Ve nitekim bunu yaptı da. Babam beni evlatlıktan attıktan sonra hayatımın şokunu yaşadım. Çünkü öğrendim ki; Zaten ben o ailenin evlatlık çocuğuymuşum. Aslında ben çok çocuklu (sanırım 7 ya da 8 kardeş) fakir bir ailenin kızıymışım. Bu vesileyle kendi gerçek ailemi öğrenme ve tanıma fırsatım olmuş oldu o kısa zamanda. Öz ailemi buldum ve tanıştım onlarla, kardeşlerimi gördüm, anneme-babama sarıldım. Ama kısa süre sonra aşık olduğum adamla birlikte evlenmek üzere Yunanistan’a geldik ve evlendik. Eşim başlarda çok iyi bir insandı, bana çok iyi davranırdı. Ama daha sonraları kötü alışkanlıklar edinmeye başladı. Çok alkol alıyordu ve sonunda alkolik oldu. Bu yüzden de iş bulamıyor, parasız kalıyordu. Maalesef daha sonra insan kaçakçılığına başladı ve yakalandı. 15 yıl hapis yatmak zorunda kaldı. Bu arada iki çocuğumuz olmuştu ve ben yapayalnız kalmıştım. Başlarda zengin ve itibarlı bir subayın şımarık kızı iken, şimdi ise yabancı bir yerde iki çocuğumla imkânsızlıklar içinde yapayalnız ve tek başıma kalmıştım.
    Önceleri kendi öz ailemle ve kardeşlerimle mektuplaşıyorduk. Ama daha sonraları onlarla da bir şekilde irtibatım koptu. Artık tamamen kimsesizdim. 15 yıl çok zor geçmişti benim için. Büyük çabalar harcayarak çocuklarımı okutup büyütmüştüm. Tam eşimin çıkmasına seviniyorken, sevincim kursağımda kaldı. Çünkü eşim 15 yıl öncekinden daha da kötü bir halde çıkmıştı hapisten. Her gün beni dövüyor ve çalışmam için beni çok zorluyordu. Çalışınca da bütün paramı alıyordu. Türkiye'ye de gitmemem için bütün evraklarımı aldı ve sakladı. Çocuklarım ise artık büyük olmalarına rağmen bütün bu olanları hiç umursamıyorlardı. Tüm bunlara çocuklardan çok uzak kalmamak için katlanıyordum ve bu yüzden de Türkiye'ye gitmek için çok da zorlamadım şansımı. Şimdilerde ise benden daha yaşlı ve bakıma ihtiyacı olan birisinin bakımını yapmak için ücretli olarak çalışıyorum ve bakımını yaptığım yaşlı bayanla yaşıyorum. Eşimle resmi olarak boşanmamış olsak da ayrı yaşıyorum. Oğlum ve kızım ay sonlarında beni çağırıp paramın çoğunu alıyorlar. Çok yalnız ve kimsesizim. Türkiye'ye dönüp kardeşlerimi bulmak istiyorum ve orada ölüp orada gömülmek istiyorum'' dedi ve hıçkırıklarına devam etti. ''Ne yapacağımı nasıl yapacağımı hiç bilmiyorum. Lütfen ailemi bulmak için bana yardımcı olur musunuz?''…

    Yetmişine merdiven dayamış bu pir-i faninin internet ve benzeri iletişim yöntemlerinden de haberi yoktu. Ailesini internet üzerinden, sosyal medya aracılığıyla bulabileceğimizi söyledim. Şok oldu bu kadar basit olacağına. Bulduk da nitekim. Bir-iki kardeşini bulduk, resimlerinden tanıdı onları. Ben kardeşlerine durumu özetleyen bir mesaj yazdım ve bana dönmelerini istedim. Ama iki kardeşi de asla mesajlarıma geri dönmediler. Konsolosluğa ya da elçiliğe giderse yardımcı olabileceklerini söyledim. Bu arada ailesini bulmak için elimden gelen her şeyi yapacağımı da söyledim. Epey muhabbet ve memleket nostaljisinden sonra ayrıldık Yıldız Teyze ile. O günden sonra da neredeyse her gün aradı beni dört gözle beklediği cevaplardan bir haber var mı diye. Ama o mesaj hiç gelmedi nihayet bizim de Yunanistan’dan ayrılma zamanımız gelmişti. Biraz apar topar oldu ama mecburduk buna. Kendisine gitme vaktimizin geldiğini söyleyince uzun uzun ağlamış ve: ''Beni unutmayın… Beni unutmayın... Beni unutmayın…'' cümlesini tekrar etmekten başka bir şey diyememişti. Kendisini bazı arkadaşlara emanet etmiştim ama buraya her gelen kısa süre sonra buradan ayrılmak zorunda olduğu için bir süre sonra bağlantı kopmuştu ve Yıldız Teyze eski yalnızlığıyla baş başa kalmıştı yine.

    Şimdilerde varmam gereken menzilde, Yıldız Teyze’den çok uzak bir diyardayım. Hiç unutamadım Yıldız Teyzeyi. Bu ihtiyar ve kimsesiz kadıncağızı ahir ömründe muradına nasıl kavuşturabileceğimi düşündüm durdum. Belli ki o da hiç unutmamış bizi bunu birkaç gün önce kendisini telefonla aradığımda öğrenmiş oldum. Aradan geçen 1,5 yıla rağmen, kuracağı cümleleri- söyleyeceği kelimeleri bile unutan bu yaşlı teyze, ben ''alo'' der demez ismimi söyleyerek ''Oğlum sen misin?'' dedi ve her zamanki gibi yine ağladı. Demek ki bir buçuk yıl boyunca her gün telefon beklemiş ve telefonun ucunda sadakatle ve ümitle bunu ummuş. Sordum kendisine; konsolosluğa ya da elçiliğe gittin mi diye. Gitmiş, lakin bir hüsran da orada yaşayıp evine dönmüş. Kendisine yardımcı olamayacaklarını, ancak İstanbul'a gidip oradaki yetkililerle görüşürse akrabalarını bulabileceğini söylemişler. Ben de gitmesini tavsiye ettim. Ama ''Gidecek param yok, gidersem kalacak yerim yok, onları bulamazsam dönecek param yok ve bu habere dayanacak takatim yok.'' dedi ve hüzünlü hüzünlü ağlamaklı bir şekilde telefonu kapattı.

    Yıldız Teyzenin hikâyesi bencil insanoğlunun özetiydi işte. Kendi dünyalarımızdan başımızı dışarı çıkaramayışımızla, kendi dertlerimizde kaybolmalarımızla kendi, benlik ve bencilliklerimizin peşinden koşmalarımızla geçiyor ömür. Oysa milyonlarca yıldız var yeryüzünde, milyonlarca çocuk var; annesiz babasız, milyonlarca yaşlı var; gözü yolda ve kimsesiz, milyonlarca evsiz-barksız. Milyonlarca göz var; haber bekleyen ama habersiz… Evet, milyonlarca yıldız var ışığı sönmek üzere olan. 'Yıldız'lar sönmesin diye hiç durmadan ilerlememiz gereken koca bir dünyada var. Çünkü 'Yıldız'lar sönerse Dünya karanlığa gömülür.

    Yıldız Teyze hala kardeşinin bana yazacağı mesajın haberini bekliyor benden. Ben ise çaresizce elden bir şey gelememenin kıvranmaları ile baş başa ne yapacağımı düşünüyorum...

    Mevlüt KARAKAPLAN 
    @mevlutkk13
    05 Kas 2019 15:50
    YAZARIN SON YAZILARI
    YAZARLAR