Filistin Gazze, İsrail savaşı ile dünya yeni bir krize girdi. Yaklaşık bir aydan beri tüm dünya diken üzerinde bu savaşı takip ediyor. 3. Dünya savaşı çıktı çıkacak dedikoduları her mahfilde dile getirilirken ortada müthiş bir dram yaşanıyor.
Yayınlanan haberlerden daha şimdiden Gazze’de on bine yakın ,İsrail tarafında da beş yüz insani kayıp yaşandığı bildiriliyor. Gazze’de deprem olmuş gibi hatta daha kötü bir yıkım var. İnsanlar perişan bir vaziyette yıkık binalar arasında bazen bir insanı kurtarmakla bazen de bir ölü veya yaralıyı hastaneye yetiştirmek ile meşgul, sürekli bir telaş ve koşturmaca halindeler. Nerede ve ne zaman kimin binasına veya başına bir bomba düşecek belli değil. Hele kadın ,çocuk ve yaşlıların durumları içler acısı bir vaziyette vicdanı olan insanların içini sızlatıyor.
Savaşlarda her zaman en çok zarar görenler ,kadın , çocuk ve yaşlılardır. Hem de savaşta , hiç dahilleri, suçları ,olmamasına rağmen. Genelde en düşman ülkelerin halkları bile dostturlar. Ama ne yazık ki her halk da başındaki yöneticisine tabidir. İster demokratik isterse de diktatörlükle yönetilen ülkelerde olsun fark etmez. Diktatörlükle yönetilen ülkelerde yöneticiye bağlılık daha katı iken demokrasinin olduğu ülkelerdeki bağlılık daha esnek gibi durur. Fakat yine de bir tabiiyet söz konusudur. Bilhassa acil durumlarda yöneticiler çok sorgulanmazlar. Bu tür savaş ve kaos dönemlerinde halk ’Söz konusu vatansa , gerisi teferruattır’ gibi bir mantıkla ,problem nedir, neden kaynaklanmaktadır, kim haklı kim haksız? gibi konuları bir kenara bırakıp doğal olarak, ülke ,vatan ve millet için tek vücut olunması gerektiği gerekçesine bağlı hareket etmek zorunda kalırlar. Zaten savaşa karar veren yönetici ve ekibi , ne yapar eder , halkı ikna edecek bir kısım argümanlar üretmeyi başarırlar. Çoğunlukla halk, ortada neler döndüğünü ,problemin ne olduğunu tam olarak bilemez. Ya da sadece konunun bir kısmını veya kendi ülkesine bakan yönünü görebilir. O da iktidarın halkına meseleyi ne kadar ve nasıl takdim ettiğine bağlıdır.
Bu yüzden bu tür vahim olaylarda bütün sorumluluk yöneticilerin boynuna kalmaktadır. Çünkü savaşın gerçek nedenlerini sadece onlar bilmektedirler. Tabi ki ülkesi saldırıya maruz kalan bir yönetici için vatan ve milletini korumak ,bu konuda tedbir almak onun asli görevleri arasındadır. Bu aynı zamanda bir nefs-i müdafaadır. Bu o ülke halkı ve yöneticisinin en doğal hakkıdır. Fakat bir de şahsi iktidar hırsı veya kendi çıkarları uğruna bir ülkeyi , milleti savaşa, kaosa sokması yok mu? Eskiden savaşların nedenleri basit ve bilinen şeyler olurdu. Şimdiler de ise ‘İstihbarat savaşları ’ndan bahsedilmektedir. Herhangi bir savaşın gerçek sebebini öğrenmek yılları alabilmekte bazen de mümkün olmamaktadır. Maalesef bir kısım liderler sadece kendi iktidarlarını korumak uğruna Neron gibi Roma’yı yakmayı göze alacak kadar gözleri dönmüş olabiliyor. Yakın tarihte Türkiye’de ve dünyada bunun misallerini göstermek mümkündür. Evet bunlar bugün maalesef yaşanmaktadır. 15 Temmuz sözde darbesi apaçık suça bulaşmış kişilerin yargıdan kaçmak için kurguladıkları bir senaryo olduğu gibi, Putin'in Ukrayna'ya savaş açmasının dolayısıyla da binlerce insanın ölümüne sebep olmasının bir nedenin de kendi siyasi iktidarını devam ettirmek olduğu herkesçe konuşulan bir konudur. Arada olan ,halka ve masum insanlara olmaktadır.
Zira, böyle bir savaş kararı ile pek çok masum çoluk-çocuğun, kadın ve yaşlı, her yaştan insanın ölmekte, diğer taraftan da pek çok insan yakınını; karısını, kocasını, evlatlarını anne baba ve sevdiği kişileri kaybetmektedir. Yine bundan dolayı yuvalar yıkılmakta , aileler dağılmakta , o insanlar ,yıllar sürecek acı ve ıstıraplara maruz kalmaktadırlar. İşin mali ve ekonomik boyutu da ayrı bir konudur. Bu yüzden bir idareci için hukuki ,dini bir gerekçe olmadan insanlara bu acıları yaşatmak ,sebep olmak ,dünya ve ahiret adına hesabını veremeyeceği oldukça ağır manevi bir yüktür.
Bu savaş tüm dünya da yeniden kamplaşmalara sebebiyet verdi. Böyle bir durum New York 11 Eylül kule saldırısında da yaşanmıştı. Bir kısım sivil toplum örgütleri bir yandan farklı dil, din, ırk ,renk ve kültürlerdeki insanları ‘İnsan olma’ paydasında, ,ötekileştirmeden, nefret söylemine düşmeden kendilerine has temel değerleri koruyarak bir arada barış ve hoşgörü içinde yaşatma projeleri, diğer yandan da diyalog çalışmaları çabaları ağır bir darbe aldı. Halbuki Kuran ,tüm insanlığa sulhu, diyaloğu ,tanışmayı ve beraber yaşamayı esas almayı salıklamaktadır. ‘Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülâlelere ayırdık. Şunu unutmayın ki Allah'ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvâda (Allah'ı sayıp haramlardan sakınmada) en ileri olandır. Muhakkak ki Allah her şeyi mükemmelen bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır.’(Hucurat,13)
‘Bir kere, İslâmiyet’te sulh esastır. Kur’an-ı Kerim’de, konuyla alâkalı misal teşkil edecek pek çok ayet-i kerime gösterilebilir. Meselâ, bunlardan birinde, Allah Rasulü (s.a.s)’ne hitaben “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a tevekkül et, çünkü O, İşiten’dir, Bilen’dir.” (Enfâl, 8.61) buyurularak, iki ordunun karşı karşıya gelip harbettiği ve kan döküldüğü bir atmosferde bile düşmanın savaşmaktan vaz geçip anlaşmaya yanaşması halinde hissî davranmayıp, onlarla anlaşmaya gitmesi ve sonra da Allah’a tevekkül etmesi emredilerek, konuyla alakalı evrensel bir prensip ortaya konmuştur. Dolayısıyla temel esprisi, sadece sulh zamanında değil, savaş zamanında bile barış, anlaşma ve uzlaşmadan yana olan bir dinde, kavga etmek ve vuruşmaktan söz etmek, onun tabiatına bütün bütün terstir.’’ “Sulh, hayırdır” (Nisâ, 4.128)ayeti de barışa vurgu yapan önemli ,genel bir kuraldır.
Bu savaş vesilesi ile ,taraflarca batıda ve doğuda dünyanın değişik yerlerinde protesto ,gösteri ve yürüyüşler yapılmaktadır. Protesto ,gösteri ve yürüyüş yetkililerin ,kamuoyunun dikkatini çekmek ve konuya çözüm getirmelerini hatırlatmak adına şiddete başvurmadıkça kullanılması gereken temel ,demokratik ,insani bir hak olarak gayet doğal ve tabii bir yoldur. Ancak bunun insanlarda yeni yeni oluşan diyalog ve hoşgörü anlayışını az dahi olsa geri plana ittiği, uyuyan düşmanlık ve nefret duygularını yeniden uyandırdığı da bir gerçektir.
Çok zor ama, keşke en azından Filistin ve İsrail dışında ,dünyanın değişik yerlerinde yaşayan savaş karşıtı akl-ı selim Filistinli ve İsrailliler bir araya gelerek her iki halkın barış ve sükûneti adına, kendi taraflarına baskı yapabilecek hukuki, demokratik, dini ve insani bir kısım projeler geliştirebilseler. Çünkü onlar , sıcak çatışma ortamından uzak bir şekilde ,konuları , ufki bakışla ,daha bir sağduyulu değerlendirme imkanına sahipler. Zira her iki milletin içinde , yurtdışında ,başka din, dil, ırk ,renk ve kültürlerdeki insanlarla ‘İnsan olma’ ortak paydasında ,aynı ülke ve şehirde beraber yaşamaya alışmış aklı başında bir hayli insan ve sivil toplum örgütleri olduğu muhakkak. Batı da savaş karşıtı yüzlerce sivil toplum örgütleri mevcut. Ama ne yazık ki etkili ,Müslüman bir barış örgütünü göstermek mümkün değil. Bunun sebepleri üzerinde mutlaka durulmalı ve bu vesile ile Müslümanlarda nerede ve kiminle olursa olsun savaşın çirkinliğine, barışın önemine vurgu yapmalıdırlar.
İslam İş birliği Teşkilatı’nın, çatışmaların çözümüyle İlgisi ,ancak Müslüman ülkeler arası çatışmalarla sınırlı kalmaktadır. O'nun da ne kadar işlevsel olduğu su götürür bir mevzudur. İslam İş birliği Teşkilatının hem kendi üyeleri arasındaki yaptırım gücünün hem de İslam ülkeleri dışındaki ülkelerle diyaloğunun oldukça zayıf olması gerekli çözüme ulaşmada büyük bir eksiklik olarak görülmektedir. Aslında Müslüman ülkeler gerçekten bu teşkilatın işlevine inansalar ,destek verseler ,bu teşkilat Birleşmiş Milletler ile daha etkin işbirliği içerisine girerek, çatışmacı gruplar arasında tahkim ve arabuluculuk gibi uzlaştırıcı görevler üstlenebilir, üstlenmelidir de.
Artık dünyanın her ülkesinde her din, dil ve ırktan insanın yaşadığı ,son dönem gerçekleşen göçlerle de bunun oranının arttığı düşünülecek olursa dünyanın bir yerindeki çatışma veya anlaşmazlığın tüm dünyaya sıçramaması adına bütün insanlığın ‘İnsan olma, beraber yaşama, farklılıkları korumakla birlikte entegre olma, problemleri sulh, barış ve diyalog ile çözme ‘gibi ortak paydalarda buluşmasına yardımcı olacak adımlar atması konusu daha bir önem kazanmaktadır. Fiziki güç dengesinin olmadığı taraflar arası anlaşmazlıklarda aklı ve diplomasiyi, ne kadar zor olursa olsun diyaloğu zorlamak gerekmektedir. Çünkü bunun en ağır bedelini ödeyenler savaş kararlarını alan yöneticiler değil bu savaşlarda ölen on binlerce çocuk ,kadın ve yaşlılardır.