Türkiye’de birçok elim ve üzüntü verici olayların yaşandığı 17/25 Aralık’tan 15 Temmuz darbe fitnesine oradan da bugüne kadar devam edegelen sürecin gerek ülke tarihinde gerekse de Müslümanlık dünyasında ‘Hırsızlık, hukuksuzluk, arsızlık ve zulüm yılları’ olarak anılacağında şüphe yoktur. İşin daha ilginci bunları yapan kişilerin ‘İslamcı bir parti’ iddiası ile Müslümanlık zırhına bürünmüş olarak bu şeni fiilleri işlemiş olmalarıdır.
Herkesin, hatta devlet veya hükümetler gibi tüzel kişiliklerinde bir kısım hataları, yanlışları olabilir. Hata ve yanlışları görebilmek, göremediğinde, gören kişi/lerin uyarı ve sözüne kulak vermek, bu konuda yapılan tavsiye ve nasihatlara açık olmak, sonra da bu hata ve yanlıştan dönmek bir züll değil, erdemli, kişilerin yapageldikleri sıradan bir fazilet göstergesidir.
Aksine davranışların ise insanlık, hukuk, din, ahlak ve erdemle bağdaştırılması mümkün değildir. Yıllardır bu suç ve günah kategorisine giren fiilleri alenen işleyen AKP ve aynı zihniyetteki çevrelere, yanlışları ile ilgili, gerek iyi niyetli gerekse de tenkit amaçlı söylenmedik bir şey kalmadı neredeyse. Ne yazık ki, edinilen izlenim, artık bu tür temel değerlerin kendilerine anlatılmasına, hatırlatılmasına, nasihat edilmesine karınlarının tok olduğu. Çünkü bu dönemde, ister dinden, ister hukuktan isterse de insani, ahlaki değerlerden yola çıkarak söylenen şeyler fayda etmek şöyle dursun aksine sanki hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam etmelerinden başka bir işe yaramadı gibi görülmektedir. Bu hayra alamet değildir. Ne kadar da kulaklarını tıkasalar, gözlerini kapatsalar, sürekli aynı yalan/yanlış fiil ve söylemlerine devam etseler de, işitmekten, görmekten kaçtıkları, kendilerini çepeçevre kuşatan hakikatlerle eninde sonunda karşı karşıya gelecekleri muhakkaktır.
Bu dönem maalesef ‘kaba kuvvet’in hükümran olduğu bir dönem oldu. Hâlbuki dini, hukuki açıdan bakıldığında, güç ve kuvvetin ‘kaba kuvvet’ de külhanbeyliğinde değil, hak ve hukuk da olması gerekiyordu. Fakat ‘Hırsızlık, Hukuksuzluk, arsızlık ve zulüm yıllarına sebebiyet olan AKP ve zihniyeti, Kur’an ve peygamber yolunun kriterlerine göre değil de maalesef modern firavun ve şeddatların prensipleri olan ‘Hak, kuvvettedir, kim güçlü ve kuvvetli ise o haklıdır ’yolunu benimsediler.
Hâlbuki İnandığımız değerler, başta Kur’an ve Efendimiz (as) bunun, tam da aksini söylüyordu; Kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir’ Yani kim dinen, hukuken haklı ise o güçlüdür. O kişi fakir, mevki makamı, arkası olmayan zayıf, güçsüz, sıradan biri de olabilir. Haksız olan kişi de toplumda, güçlü, konumu, arkası olan veya zengin biri olabilir. Bu durumdaki bir kişi de eğer haksızsa Hak ve adalet karşısında zayıf ve güçsüzdür. Temel mihenk, adalet ve adaletin tarafsız olarak herkese eşit bir şekilde uygulanmasıdır. ‘Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. (Onları sizden çok kayırır.) Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken gerçeği) çarpıtırsanız veya (şahitlikten) çekinirseniz (bilin ki) şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.(Nisa,135) Acaba adı ‘Adalet ‘olan bir parti, ayetin ifade ettiği bu hakikatlere göre nerede duruyor, bunu hiç düşünürler mi?
Artık ülke hukukun sadece sade vatandaşa uygulandığı, zengin arkası güçlü insanların ise kayrıldığı bir ülkeye dönüştü. Bu tür durumlar sadece geri kalmış ülkelerde müşahede edilir. Hâlbuki Efendimiz (as) asırlar önce bu ve buna benzer tavır ve davranışlara şiddetle karşı çıkmıştı.
Efendimiz (as) Beni Mahzum kabilesinden bir kadının hırsızlık yapması neticesinde kendisine cezanın uygulanmaması için ricacı olarak gönderilen Üsame b. Zeyd’e torunları gibi sevdiği halde, bu teklifi kendisine yaptığında çok kızar, oldukça sert bir tavır alarak, “Sen Allah’ın koyduğu had cezalarından birisinin uygulanmaması için bana şefaatçi mi oluyorsun?” der. Sonra da hemen minbere çıkıp cemaate şunları söyler: “Sizden evvelkiler soylu, itibarlı bir kimse hırsızlık yaptığında suçluyu bırakırlar, soy itibariyle daha zayıf bir kavme mensup insan çaldığında ise haddi tatbik ederlerdi ve onlar bu yüzden helak oldular. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fatıma dahi hırsızlık yapmış olsaydı verilmesi gereken cezayı hiç terddüt etmeden uygulardım.” (Ebu Davud, Hudud, 4)
Hz Ebu Bekir (ra) daha hilafetinin ilk hutbesinde, Allah Resul’üne yakışır /yaraşır, gerçek bir halife olarak tarihi bir konuşma yapmış ve “Ey insanlar! Sizin en iyiniz olmadığım halde başınıza geçirildim. Eğer görevimi gereği gibi yaparsam bana yardımcı olun. İşimi kötü yaparsam beni doğruya yöneltin. Doğruluk güven kaynağı, yalan ise hıyanettir. İçinizdeki güçsüzler, haklarını kendilerine teslim edinceye kadar benim katımda Allah’ın izni ile güçlüdürler. Güçlüleriniz ise kendilerinden güçsüzlerin haklarını alıncaya kadar benim katımda Allah’ın izni ile zayıftır… Ahlâksızlık bir toplum içinde yaygınsa Allah onları belaya uğratır. Allah ve Resulü’ne itaat ettiğim sürece siz de bana itaat edin. Allah ve Resulü’ne isyan ettiğimde ise bana itaat etmekle yükümlü değilsiniz.” (Suyûtî, Târihu’l-Hulefâ, s. 35)buyurarak, Hakk’a, hakkaniyete, kim olursa olsun haklının üstünlüğüne, ahlaksızlığa, ahlaksızlığın akıbetine dikkat çekerek hakiki bir devlet adamının olaylar karşısındaki tutum ve davranışının nasıl olması gerektiğine dikkat çekmiştir.
Hak sözkonusu olduğunda yanlıştan dönmesini bilmiş, doğruyu kim, hangi vasatta, nasıl söylerse söylesin kabullenmekten geri durnmamışlardır.’ Seyyidina Hazreti Ömer, evlilik akdi esnasında tesbit edilen mehir miktarı hakkında üst sınır belirlenmesi gerektiğini söylüyordu. (Bu, Ömer’ce bir zühul sayılabilir, bize göre bir zühul da değildir. Çünkü evlenmeyi kolaylaştırmak adına çok önemli bir husus olduğundan bunu hemen her aklı başında insan düşünmüştür.) O, bunu mehir miktarının evliliğe engel olmaması için yapıyordu. Bir hutbe esnasında mescitte irad edilen bu beyan karşısında, bugün adını sanını dahi bilmediğimiz bir kadın şöyle demişti: “Ya Ömer! Bu konuda Efendimiz’den duyduğun bir söz, senin bilip de bizim haberdâr olmadığımız bir ifade mi var? Çünkü, Cenâb-ı Allah, Kur’an’da, ‘Ve âteytüm ihdâhünne kıntâran…’ (Nisâ Sûresi, 4/20) buyuruyor. Demek ki, kantar kantar mehir verilebilir.” Hazreti Ömer, o kadının itirazını yerinde bulmuş; kendi kendine “Yaşlı bir kadın kadar da dinini bilmiyorsun” diyerek sözünü geri almış ve hak karşısında hemen boyun eğmişti.’(Kırık Testi)
Anayasa, kanun, din, hak, adalet, insanlık, ahlak gibi değerlere adeta Cervantes’in Don Kişot’u gibi savaş açmış kimilerine ‘padişahlık, sultanlık ‘yakıştırmaları yapıldığını her işittikçe konumuzla ilgili cennetmekan Fatih Sultan Mehmet (ra)in meşhur şu menkıbesini hatırlarım.’Büyük sultanların hak karşısında boyun eğişlerine misal sadedinde şu hadise anlatılır: Fatih Sultan Mehmed Hazretleri, daha yirmi bir yaşında iken Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) övgüsüne mazhar olup en muallâ mevkiye ulaşan bir ulu sultandır. O, İstanbul’u fethettikten sonra, yaptıracağı caminin belli bir sayıda sütuna oturtulmasını ister ve Mimar Sinan Atik’e bu mevzuda talimat verir. Ne var ki mimar, bu talimata uymayarak sütun sayısını eksik tutar ve Fatih’e göre önemli bir mimarî hata işler. Bunun üzerine Fatih, onun elinin kesilmesini veya kırılmasını emreder. Cezası uygulanan Sinan Atik, mahkemeye müracaat eder ve mahkemece davasında haklı bulunur. Derken, Fatih mahkemeye celb edilir ve Hızır Çelebi’nin hâkimliğini yaptığı mahkemede Fatih’in de elinin kesilmesine ya da kırılmasına karar verilir. Hükmü öğrenen büyük sultan, gayet mütevekkil bir şekilde cezalandırılmayı kabul eder. Bu manzarayı gören Sinan Atik, hemen meseleye müdahale eder ve bu adaleti gördükten sonra, ailesinin geçinebileceği nafakayı Fatih’in vermesi şartıyla davasından vazgeçer. Böylece Fatih kısastan kurtulmuş olur. Sultan Fatih, mahkemeden sonra Hızır Çelebi’ye döner ve “Eğer Allah’ın hükmüyle hükmetmeseydin, şu kılıçla/topuzla senin kelleni indirecektim!” diye kükrer. Bu kükreyiş karşısında Hızır Çelebi de, “Eğer verdiğim hükmü kabul etmeseydin, ben de sana aynı şeyi yapacaktım!” sözleriyle karşılık verir ve sakladığı hançeri çıkarıp padişaha gösterir. (Kırık Testi, 9 Kalp İbresi’inden naklen)
Zannediyorum yukarıda nakledilen vakaları, menkıbeyi okuyan herkes, hem bir taraftan Hz Ebu Bekir, Hz Ömer ve Fatih (ra) gibi insanlara hayranlık duyuyor diğer taraftan da kendisine ‘hilafet, sultanlık’ yakıştırılan kişileri hayal ediyor ve tebessüm ediyordur. Bu aslında toplumun aynı zamanda da ‘hilafet sultanlık’ gibi ulvi makamlara yakıştırdıkları kişilerin, hakikatten ne kadar uzak düştüklerinin bir göstergesidir. Nerede bu büyük zatlar, nerede onların yerine konmaya çalışılanlar…