Allah’ın (cc) emrettiği ve yasakladığı şeyler hiç şüphe yok ki insan ve toplum hayatı için yararlı, faydalı şeylerdir. Emrettiği hususlar fert ve sosyal hayat için besleyici, koruyucu bir fonksiyon eda ettiği gibi, yasakladığı hususlar da yıkıcı, tahripkâr bir rol üstlenmektedir. İçinden geçtiğimiz bu dönem, yasaklanan fiillerin yani günahların fert ve toplum hayatında ne kadar büyük bir tahribat meydana getirdiğini gördüğümüz, şahit olduğumuz bir dönem oldu.
Sadece bir günahın bile fert ve toplum için ne kadar yıkıcı olacağı/olduğu düşünülecek olursa, mekanize bir şekilde onlarca günahın toplumda icra edilmesinin boyutlarını varın siz hesap edin.
Bu dönemde ne yaşandı?
Öncelikle, siyasal İslam iddiasında bulunan bir grup, yani AKP zihniyeti, kendi iktidar olma/kalma hedeflerini “Devlet, Hilafet” söylemleriyle kutsallaştırarak, ona ulaşmak için her vesileyi meşrulaştırmak yoluna girdi. Bunun için de insanları aldatmak amacıyla maddi gücün çok önemli olduğuna vurgu yaparak, bir takım siyasal İslamcı âlimlerden haramı helal gösterecek fetvalar aldılar. En azından haram olma ihtimali yüksek şüpheli kazanç yollarına saptılar. Yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet gibi günah ve suç fiillerini humus, ganimet, komisyon vb. saymak gibi.
Aslında bu, hem dinen günah hem de hukuken suç idi. Neticesinde de hukuk sistemine yakalandılar. Bu defa da nefs-i müdafaa için ellerindeki mekanize imkânlarla yalana, hileye, iftiraya başvurup komployla tuzak kurmaya başladılar. Kurdukları en büyük tuzak da 15 Temmuz sözde darbesi oldu. Bu darbe tuzağı tarihin en büyük yalan ve iftiralarından biri olarak zihinlere kazındı. Bu süreçte işlenen en büyük günahlardan biri yalan, diğeri de iftira idi. İki büyük günah bu dönemde profesyonelce ve sistematik bir şekilde, hem de devletçe işlendi. Adeta yalan ve iftira devletleşti. Yakın geçmişte hiçbir suç, günah bu kadar kurumsallaşmamıştı. Bir kişinin işlediği suç veya günahın tahribatı dar bir alanda, sınırlı kalırken; devletleşen suçların tahribatı daha geniş çapta gerçekleşti ve tüm toplumu yuttu.
15 Temmuz öncesi ve sonrasında Hizmet Hareketi'ne mensup insanları, sonraki dönemde de KHK ile işinden edilenleri kamuoyunda “suçlu hâle getirmek, suçlu ilan etmek” için yalan ve iftiraya sarılındı. Fakat bu basit, sıradan bir yalan değildi. Tabiri caizse "düzmece" bir yalandı. Belli bir hedefe yönelik iradi ve kasıtlı bir şekilde, titizlikle senaryolar yazılmış, ayrıntılı plan ve projeler çizilmiş, yalan metin ve söylemler üretilmiş, taslak listeler hazırlanmış; koca bir “yalan” kurgulanarak bir grup insana bu yalanlarla “iftira” atılmıştı. Yeryüzünde kendilerini yakından tanıyan hiçbir kimsenin kabul edemeyeceği, inanamayacağı bir iftira — “terörist” iftirası — atılmıştı. Oluşturulan korku atmosferinde, yerli yersiz işgüzar pek çok insan ya menfaati ya da korkaklığı gereği -zaruret çerçevesinde olanları Allah bilir- masum insanlar hakkında “yalan şehadet”te bulundular. Onları suçlu göstermek için hazırlanmış, düzmece, yalan, iftira dolu iddianamelere imza attılar. Mahkemelere çıkıp “gizli tanık” statüsünde masum insanlara atılan yalan ve iftiralara destek oldular. Bu yalan ve iftira ile toplumun özü, usaresi, omurgası sayılabilecek yüzbinlerce gerçek vatan evladı büyük bir haksızlığa mahkûm edildi. Toplumda maddî-manevî derin yaralar açıldı. Pek çok hayati temel değer (kardeşlik, güven vb.) tahrip oldu.
İşte bütün bunlara sebebiyet veren iki fiilin adı Kur’an’da “Kavl-i Zûr” ve “Şehadet-i Zûr” olarak geçmektedir. Bu dönemde, tahribatı gözle görülür bir şekilde işlenen en ağır günah “Kavl-i Zûr” ve “Şehadet-i Zûr” günahı oldu. Bu iki günah bizzat devlet eliyle işlendi ve yaygınlaştırıldı; hatta sevapmış gibi teşvik edildi. Bu büyük günahların toplumdaki tahribatı öyle büyük oldu ki belki de onarılması, tamiratı yılları alacak. Kul hakkı yönüyle ahiretteki hesap ve cezasının büyüklüğünü, ne ve nasıl olacağını, hani derler ya, ne sen sor ne de ben söyleyeyim; söylemeye bile gerek yok.
“Kavl-i Zûr” genel bir mânâ ile “vakanın, olanın tersine, asılsız, tumturaklı, yalan söz söylemek” demektir. Peki bunun “kizb, yalan”dan farkı nedir? Yalan, “doğruluğun (sıdk) zıddı, bir mevzuda gerçeğe aykırı haber veya bilgi vermek, sözün vakıaya uygun olmaması” demektir. Bu yalan, kasıtlı da olabilir, kasıtsız da; hatta hata sonucu veya unutma ile de olabilir. Fakat “Zûr”, “kizb, yalan”dan farklıdır. El-Askerî’nin belirttiğine göre, kizb, kişinin gerçeğe uygun olmayan verdiği habere denir. Zûr ise daha genel bir mânâda, iradî ve planlı olarak yalanı, iftirayı, doğru ve hak'tan sapmayı da içine alan; herhangi bir şeyin doğru zannedilmesi için kasıtlı, aldatıcı, yanıltıcı, çarpıtılmış, düzeltilmiş, düzenlenmiş, tezyin edilmiş, süslenmiş “yalan söz” mânâsına gelir. Arap dilinde “zevvertu’ş-şey’e” denildiğinde, bundan o kişinin bir şeyi düzeltip güzelleştirdiği anlaşılır. O hâlde “Kavl-i Zûr” aslı itibarıyla zaten yalan olan bir şeyin ambalajlanarak sunulması, yalan olduğunun anlaşılmamasını, belki de çok geç, sonradan anlaşılmasını sağlayan bir “söz biçimi”dir. Yalandan da öte, daha kötü bir fiildir. Yani belli bir maksada yönelik, iradî ve kasıtlı şekilde aslı astarı olmayan şeyleri kurgulayıp planlayarak yalan üretme; Elmalılı Hamdi Yazır’ın ifadesine göre “tezvîr”, yani o yalanı yayma, tervîç etme demektir
Aynı minval üzere bir de “Şehadet-i Zûr” vardır. Kısaca buna da “yalan yere şahitlik etmek” demektir.. “Zûr” kelimesi ile beraber değerlendirilecek olursa, bir kısım insanlar hakkında iradî ve kasıtlı olarak hazırlanmış, planlanmış, düzmece yalan ve iftiralara mahkeme ve bilirkişi huzurunda bilerek ve isteyerek tanıklık etmek demektir.
Nasıl? Tanıdık geldi mi?
Bu çirkin fiilleri diktatörlük dışında hiçbir hukuk sistemi kabul etmediği gibi dinin hedefinde de toplumdaki bu ve emsali çirkin fiillerle savaşmak, mücadele etmek vardır.
Kur’an, iki yerde “Kavl-i Zûr”dan bahsetmektedir. Birincisi:
“İşte durum bundan ibaret. Artık kim Allah'ın hürmet edilmesini emrettiği şeyleri tazim ederse bu, Rabbinin nezdinde kendisi için sırf hayırdır. Yenilmesi haram kılınanlar dışında, bütün hayvan size helâl edilmiştir. O hâlde Allah'ın yasakladığı her şeyden, özellikle pis putlardan ve yalan sözden (kavl-i zûr) kaçının.” (Hac, 30)
Pek çok müfessir bu ayette “şirk” ile “Kavl-i Zûr”un peş peşe ve beraber yasaklanmasının, “Kavl-i Zûr”un “şirk” gibi — hatta ona eş — bir günah olduğuna işaret ettiği şeklinde yorumlamışlardır.
Diğer bir ayette de “Rahman’ın kulları”nın özelliklerinden bahsederken:
“O kullar, yalan şahitlik etmezler. Boş söz ve işlere rastladıklarında vakarla oradan geçip giderler.” (Furkan, 72)
buyrularak, “yalan şehadetlik” yapanların “Rahman’ın kulları”nın dışında kaldıkları/ olamayacakları vurgulanmaktadır.
“Kavl-i Zûr” öyle bir günahtır ki insanın sâlih amellerini yer bitirir, faydasız hâle getirir. Allah Resûlü (sav):
“Kim kavl-i zûr, uydurulmuş yalan söyler ve o söze göre hareket ederse onun yemeği, içmeyi terk edip aç kalmasına (oruç tutmasına) gerek yoktur.” (Buhârî, hadis no: 1903) buyurarak bu hakikatı ifade etmektedir.
Yani tuttuğu orucun dünyevî-uhrevî olarak faydasını göremez.
Kavl-i Zûr ve Şehadet-i Zûr hakkında Efendimiz (as)'ın beyanları oldukça dikkat çekicidir:
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: ‘Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi?’ buyurmuş ve bunu üç kere tekrar etmişlerdi. Biz: ‘Evet!’ deyince: ‘Allah’a şirk koşmak, anne ve baba haklarına riayetsizlik, cana kıymak!’ buyurdular. Bu sırada dayanmış durumda idi, yere oturup: ‘Haberiniz olsun! Yalan söz, yalan şahitlik!’ dedi ve bunu o kadar tekrar etti ki ‘Keşke kesse artık!’ temennisinde bulunduk.” (Buhârî, Şehâdât 10)
Evet, bugün bu “büyük günahlar”la pek çok insanın “kul hakkı”na girildi ve hayatları karartıldı. Tevbenin şartları vardır.Kul hakkını çiğneme günahının tövbesinin kabul şartı da onlardan helallik almak ve haklarını iade etmektir.
NUMAN Y. YİĞİT