Önceki yazımızda, Burûc Sûresi’nde haber verilen Ashâb-ı Uhdûd’un zulmüyle, günümüzde yaşananlar arasında bir irtibat kurmuş, aralarındaki yakın benzerlikten dolayı da hali hazırdaki zâlimleri de “Ashâb-ı Meriç” olarak nitelemiştik. Bu yazıda ise, söz konusu iki grubu, sonları açısından kısa bir değerlendirmeye tabi tutacağız.
Şüphesiz ki Kur’ân, kıssalarla haber verdiği yaşanmış ve geçmiş olayları, sadece hikâye etmek ya da hatırlatmak için bize anlatmamaktadır. Kıssaların zikrinin perde arkasında özellikle, her toplum ve bireyin, yaşadığı dönemle ilgili dersler ve ibretler çıkarma hakikati yatmaktadır. Bu anlatımları bugüne nasıl getiririz, hayatımızda kendimize nasıl rehber kılarız ve en önemlisi de serdedilen kıssalarda mündemiç olan dini-ahlaki ilkeleri nasıl içselleştireceğimiz önemlidir. Aksi takdirde bu kıssalar, hikâyeden öteye bir anlam ifade etmezler. Kıssalar yakından incelendiğinde, geçmişle günümüz arasında birebir aynîlik olmamakla beraber, çoğu zaman da tamamen birbirine benzediği görülecektir.
Ashâb-ı Uhdûd benzeri nice zâlim yönetimlerin sonu, değişmeyen sosyal bir kural olan “sünnetullah ve âdetullah” açısından hep olagelmiştir. Bunlardan kimi korkunç bir sesle, kimi yerin yarılıp dibine geçmesiyle, kimi şiddetli bir depremle, kimi gökyüzünün kapılarını açarak yerdekilerini sularda boğmasıyla, kimi denizin yarılıp yutulmasıyla, kimi de çeşitli hastalık ve felaketlerle yok olup gitmiş, tarihin çöplüğüne bir atık gibi ya da Cehennemin gayyasına yuvarlanmıştır.
Alev kuyularında masumları bebek, çocuk, yaşlı, genç, kadın, erkek demeden zalimce yakan ve bu yetmiyormuş gibi bir de oturdukları yerlerden zevkle yananları seyreden Ashâb-ı Uhdûd’un sonu da çağdaş temsilcilerinden farklı değildir. Allah Teâla üzerlerine başka zâlimleri musallat etmiş, musallat edilen kimseler, bunların despotluğa dayalı iktidarlarını, mal ve mülklerini, hâsılı her şeylerini alt üst etmiş ve tarih sahnesinden de kazımış ve tamamen silmişlerdir.
Burûc Sûresi’nde bu zâlim toplumun sonları tasvir edilirken, Arap alfabesinde vurgu ve akustik açıdan en sert ve şiddet sıfatları içeren harfler ve kelimeler seçildiğine şahit oluyoruz ki, dikkatli bir okuyucu ve dinleyici bu âyetlere içten kulak verdiğinde, âdeta helâk edilen bu diktatörlerin yıkılış gürültülerini duyar gibi olur.
Âyetlerde önce Ashâb-ı Uhdûd’un ölüm ötesi hayattaki azapları nazara verilir. “Mümin erkeklere ve mümin kadınlara işkence edip de, sonra tövbe etmeyenler var ya, İşte onlara cehennem azabı var, yangın azabı var.” (Burûc 85/10).
İnsanların Allah’a karşı işledikleri kusurlarda belki bağışlanma ihtimalleri olabilir ancak kullara karşı işlenen ve kamu hakkı denilen suçlarda, affedilme veya cezalandırma yetkisi tamamen hak sahiplerine ve kamu iradesine bırakılmıştır. Ashâb-ı Uhdûd’un işlemiş olduğu insanlık dışı cinayet ve işkencelerin içerisinde Allah hakkı olmakla beraber, aynı zamanda kul hakkına da girdiğinden, onlarla ilgili Cehennem azabı kesinleşmiştir. Zira işkencelerinden dolayı, bu azgın topluma ne hak sahipleriyle helalleşme ne de tevbe imkânı nasip olmuştur. Bu da onların azab-ı “harîk” (son derece yakıcı ve şiddetli alev) olan bir Cehennem ateşine girmeleri neticesini vermiştir. Onlar, sesi bile korkunç olan, oldukça gürültülü ve ürkütücü harîk azabıyla cezalandırılmışlardır. Başlarına gelecek olan bu ceza, tam da yaptıklarının cinsindendir. Zira onlar, mâsum mü’minleri içleri alev dolu kuyulara atarak yakmışlardı. Bunun için de yaptıklarının benzeri bir azabı, bu diktatörler ölüm ötesi hayatta daha şiddetli bir şekilde mutlaka çekeceklerdir.
Dünya ve dünyadaki helâk, azap, bela ve musibetler ne kadar büyük olursa olsun, ölüm ötesi hayatla kıyaslandığında ne kadar küçük kalacağı izahtan varestedir. Ashâb-ı Uhdûd’a da öncelikle büyük Cehennem azabı hatırlatılmış, arkasından da dünyadaki cezaları hatırlatılmıştır. Dünyadaki cezaları da, aynı sertliği ifade eden harf ve kelimelerden seçilmiş, kelimelerin telaffuzunda bile anlamı, kelimelerden çıkan sesle neredeyse kendisini gösterecek tondadır.
İşte dünyadaki azapları: “Senin Rabbinin yakalaması, azabı çok şiddetlidir.” (Burûc 85/12). Âyetteki “batş” kelimesi kulakları sarsacak sertlikte olup, kıskıvrak ve şiddetli bir şekilde yakalamak demektir. Hiçbir zâlimin, Allah’ın bu sert tokadına karşı koyacak ve bundan kaçıp kurtulacak güç ve iktidarı yoktur. Zira Yüce Allah, kâinatta yegâne güç ve kudret sahibidir. Ve dilediği her şeyi yapmaya da muktedirdir. Hiç kimsenin O’nun iradesi önüne geçme imkânı da bulunmamaktadır. Nitekim zâlim Ashâb-ı Uhdûd da yaptıklarıyla kalmamış, cezalarının bir kısmını, hem de oldukça şiddetli bir biçimde burada çekerek defolup gitmişlerdir.
Yüce Kudret Sahibi, suçluları her zaman için başlangıçta cezalandırmaz. Zorba ve diktatörlere mühlet verir, cezalandırmayı belli bir vakte te’hir eder. Bazen de cezalandırmayı öne alır, dünyada verir. Her ikisinde de bizim her zaman tam anlamıyla anlayamayacağımız nice hikmetler vardır.
Ashâb-ı Uhdûd’un da dünyadaki sonları açıkça beyan edilmemekle beraber, o gün için insanların yakından bildikleri helâk olmuş iki topluluk örnek gösterilerek belirtilmiştir. Bunlardan birisi, Mısır’da İsrailoğulları’na her türlü insanlık dışı muameleyi yapan Firavun ve ordusu, diğeri de Hz. Sâlih (a.s.)’a karşı her türlü küstahlık ve zulmü reva gören Semûd kavmidir. Bunlardan biri, şımarıklık, güç, iktidar, zulüm, Hz. Mûsa (a.s.) ve İsrailoğulları’nı tam da yakalama zevk ve neşesinin zirvesindeyken denizde boğulan Firavun, diğeri, Hz. Sâlih (a.s.)’a karşı, aralarında yemin ederek, geceleyin Hz. Sâlih (a.s.) ve yakınlarına baskın yapıp hepsini öldürme, sonra da sahip çıkan akrabalarına böyle bir şeyi görmedikleri yalanını söyleme konusunda anlaşan, ancak tuzakları bozularak kendi başlarına geçen, yaptıkları zulümlerden dolayı da ümranları ıssız çöllere dönüşen, yurt ve yuvaları alt üst olup çöken, ellerindeki imkân ve imtiyaza güvenen azgın azınlık (mele’) grubudur.
Günümüzdeki Ashâb-ı Meriç’e gelince, yaptıkları insanlık dışı işkence ve zulümlerden dolayı, sonları daha önceki benzerlerinden kesinlikle farklı olmayacaktır. Âhirete ait olmak üzere, attıkları iftira ve söyledikleri yalanların, gasp ettikleri malların, el koydukları fabrika, küçüklü büyüklü işyerleri, üniversite, okul, hastane ve binaların, mesleklerinden attıkları ve hapislerde işkence ve insanlık dışı muameleyle katlettikleri mâsumların, ırz ve nâmus düşmanlıklarının, yaşlı, çocuk, bebek demeden hürriyetlerini ellerinden aldıkları mazlumların ve ellerinden kurtulmak için kaçmaya çalışırken Meriç ve Ege’nin sularında boğulanların ağır bedellerini ödeyecekleri, ölüm ötesi hayattaki şiddetli ve çetin bir azap olacaktır.
Ashâb-ı Meriç’in dünyadaki cezalarına gelince Allah’u a’lem Ashab-ı Uhdûd ve benzerlerinden farkı olmayacaktır. Gücün, iktidarın, mal ve mülkün, lüks ve debdebenin, ihtişam ve israfın, saraylar ve oralardaki neşenin tam zirvesinde kendilerini hissettikleri bir esnada, İlâhi batş (yakalama), onları enselerinden yakalayacak, yere düşen bir yaprak gibi savurup atacak ve bu haksızlık, hukuksuzluk ve ahlaksızlıkta sınır tanımayan azgın azınlığı ve bunların etrafında kenetlenen, sesli ve sessiz destekleriyle yapılanları onaylayan yığınları, tarihin çöplüğüne dökecektir.
Hikmet-i İlâhiyi tam olarak bilemediğimizden, kesin bir vakit vermek de elbette mümkün değildir. Ancak Kur’anî ve Nebevî beyanlar özelinde ve tarih gibi devasa bir hazinenin bize aktardıkları genelinde rahatlıkla ifade edebiliriz ki, hiç kimsenin, olacaklardan şüphesi olmamalıdır. Gecenin gündüzü nasıl kesinse, kışın baharı ne kadar mutlaksa, Ashâb-ı Meriç’in de hiç beklenmedik bir anda yok olmaları o kadar kesindir.
Müjdeler olsun Ashâb-ı Meriç’in zulümlerine maddi, manevi göğüs geren, kadınıyla erkeğiyle sonuna kadar dayanan ve hak bildikleri yoldan bir milim bile geri adım atmayan, vazgeçmeyen babayiğitlere, anayiğitlere ve sayısız isimsiz kahramanlara!
Yazıklar olsun, hem dünyalarını, hem de ebedi hayatlarını üç günlük dünya için satan ve böylece kaybeden alçaklara, bedbahtlara ve onların uydusunda dönüp duran zavallı yığınlara!