Bugünkü yazımda hukuk konusuna ve İslam’ın hak ve hukuk konusuna bakışına kısaca değineceğim. Arapça bir kelime olan “hak” kelimesinin, sâbit, gerçek, bir nesnenin mahiyetine uygunluğu, doğru, gerçek, adalet, bâtılın zıddı, kendisi olarak bulunmak, pay, hisse, nasip, vazife gibi geniş bir anlam yelpazesi vardır. Bir terim olarak farklı şekillerde tanımı yapılan hukuku ise şöyle tarif edebiliriz: Hukuk, herhangi bir toplumda, toplumu meydana getiren bireyler arasındaki ilişkilerin, adalete uygun bir şekilde düzene konulması, icra edilmesi ve bütün fertlerin hak ve sorumlulukları arasında da mükemmel bir uyum ve dengenin sağlanmasıdır.
Hakk, aynı zamanda Cenab-ı Hakk’ın isimlerinden de biridir. Hatta bu ismin, “İsm-i a’zam” (en büyük isim) olarak “Esmâü’l-hüsnâ”nın başında geldiğini kabul edenler de vardır.
Kur’ân’da hak sözcüğü ile özellikle adalet ve Allah’ın adl sıfatı anlatılmaktadır. Bir adı da “HAK” olan Yüce Yaratıcı’nın gönderdiği kitaplar hakkı konuşur; peygamberler de hakkı temsil ederler. Peygamberlerin yolunda giden mü’minlerse, Hakk’a inanır, hakkı gözetir, hakkın arkasında durur ve hayatlarını hak yörüngeli yaşarlar. Bâtıl, peygamberleri hak ve hukuktan döndüremediği gibi, gerçek mü’minleri de hiçbir zaman haktan ve hukuktan döndüremez.
Kur’ân, aynı zamanda bir hak ve hukuk kitabıdır. Hak kitap olan Kur’ân, Hakk’ın kitabıdır. Hakların her türlüsünü garanti altına alır ve asla çiğnenmesine müsaade etmez. Hakkın ve hakların savunulması Kur’ân’da, en başta peygamberler örnekliğinde anlatılır. Her peygamber, geldiği dönemde aynı zamanda kendi başına bir hak savunucusudur. Ancak hakkı savunan ve hak karşısında ölümüne mücadele etmiş olanlar, sadece peygamberlerle sınırlı değildir. Peygamberlerin ümmetleri içerisinde de, hakka samimi olarak dilbeste olmuş, yaşadıkları dönemdeki gâlip ve zâlim güçlerle mücadele etmiş, kötülüklerin önlenmesi ve hakların savunulması ve yerleşmesi adına büyük fedakârlıklarda bulunmuş, pek çok hak savunucusu vardır ki, bunlardan bazılarını Kur’ân bizlere ideal birer örnekler olarak hatırlatmıştır.
Elmalı’nın da yerinde ifadeleriyle, mü’minlerin bütün azimleri Hakk'a yönelik; imanları da, amelleri de, sözleri de hep Hakk'a sarf edilmiştir. Çünkü Hakk'a sarf edilmeyen her şey bâtıldır, hüsrandır, hasardır. Mü’minler, her şeyin hakkını gözeterek hep birbirlerine Hakk'ı tavsiye etmişler, her işte Hak, sabit, doğru olanı yapmayı, Hak üzere birleşmeyi, hep Hakk'a davet etmeyi, emri bi’l-ma’rufu ve nehyi ani’l-münkeri, kısaca Hak ve doğruluk üzere hareketi tavsiye ve nasihat etmişler, öyle yemin edip, o yolda muamele etmişler, imanları da, amelleri de hep Hakk’a sarf edilmiştir.
Kur’ân, pek çok açık emriyle insanları hak ve hukuk konusunda uyarmış, Hakk’tan yana olmalarını ve adaletten de asla ayrılmamalarını tavsiye etmiştir. Mesela bu anlamdaki pek çok âyetten birinde:
“Ey iman edenler! Hak’tan yana olun ve her işinizde adaleti gerçekleştirmeye çalışın.. her zaman adaletin şahitleri ve temsilcileri olmaya bakın.. herhangi bir zümreye karşı içinizde hissettiğiniz kin ve nefret sizi adaletsizliğe sürüklemesin; âdil davranın ki, takvaya en yakın davranış da budur.” (Mâide 8) beyanıyla, haktan ve haklıdan yana olunması, adâletin yanında olunması ve adâletin yerleşmesi için gayret gösterilmesi emredilmiştir.
Yakın anlamlı diğer bir âyette de: “Allah emanetleri ehline tevdî etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi ister.” (Nisâ 4/58) buyrularak, mü’minlere her zaman için haktan yana olunması ve insani ilişkilerin hukukun göstergesi ve ayrılmaz bir parçası olan adalet ekseninde işletilmesi emredilmiştir.
İslamî terminolojide bütün haklar, temelde Allah’ın iradesinden gelen ve O’nun tarafından insanoğluna emanet edilen birer ihsandır. Armağan türünden bu emanetler, insanın ilk yaratılışıyla ona bahşedilmiş, alınıp satılamaz, azaltılıp çoğaltılamaz, değiştirilemez, bir mal karşılığı bedel olarak ödenemez, tayin ve takdiri hâkim güçlerin belirlemesine bırakılamaz ve kesinlikle bir ticari mal muamelesi de göremez.
Her dönem ve coğrafyada, hak-hukuk peşinde olanlar, büyük imtihan ve işkencelere maruz kalmışlardır. Dokuz yüz elli sene hiç ara vermeden hakkın arkasında duran Hz. Nuh’tan (a.s.), Nemrud’a karşı tek başına tevhid bayrağını dalgalandıran ve ateşe atılmasına rağmen hak davasından vazgeçmeyen Hz. İbrahim’e (a.s.), testerelerle doğranmasına rağmen hakkı temsilden vaz geçmeyen Hz. Zekeriyya’dan (a.s.), darağacına asılma teşebbüsleri karşısında haktan geri adım atmayan Hz. İsa’ya (a.s.), şirki kabule yanaşmayıp, tevhidden vazgeçmediklerinden Dekyanus tarafından öldürme ve işkence tehditleri karşısında mağaraya kapanan Ashab-ı Kehf’ten, hakkı görünce Hz. Musa’ya (a.s.) inanan ve Firavun’un öldürme ve ellerini ve ayaklarını çaprazlama kesme tehditlerine hiç aldırış etmeyen sihirbazlara kadar, pek çok hakikat âşığı, aynı hak taraftarlığını ortaya koymuşlardır.
Hukuk ve adaletin olmadığı toplumlarda, kuvvetlinin hukuku geçerli olmaya başlar ki, böyle bir durumda yerin altı üstünden daha hayırlıdır. Zira hukuksuzluktan dolayı yıkılan bir sistemin kalıntıları bile, herkesi derinden rahatsız eder. Hukukun olmadığı bir ülkede, halkın sürüden farkı yoktur. Bedende ruh ne ise, insan hayatında da hukuk ve adalet odur. Ruhsuz bir bedenin ayakta kalması nasıl mümkün değilse, hukuksuz bir ülkenin de ayakta kalması mümkün değildir.
Hukuku hayat ve söylemlerinde her zaman ön planda tutan Allah Resûlü (s.a.s.), bütün hayatı boyunca, insan hakları üzerinde hassasiyetle durmuş ve küçük büyük demeden hakların önemine vurgu yapmıştır. Aynı zamanda O’nun yüzbinlerin önünde verdiği Veda Hutbesi de, insan hakları açısından tam bir manifesto hükmündedir. Bu evrensel hutbesinde O, her türlü hakka vurgu yapmış, adeta hem bu konuyla ilgili Kur’ân’ın, hem de Kur’ân’ın mükemmel bir temsilcisi olarak yaşadığı hayatın özetini, bu hutbede yeniden özetlemiştir.
Bu evrensel hitabesinde Hz. Peygamber (s.a.s.) Allah haklarından aile hukukuna varıncaya kadar her hakka göndermede bulunmuştur. Başlangıçta Allah’a iman, itaat ve saygıda bulunmak hususlarına değinmiştir ki, aslında insanî bütün haklara saygının en büyük garantisi, ancak böyle bir inancın tam olarak yerleşmesiyle mümkün olabilir. Allah’ın hak ve hukukuna riayet edilmeyen toplumlarda, diğer hakların tam olarak yerleşmesi de zaten mümkün değildir.
Bu hitâbede Resûlullah (s.a.s.) son derece önemli olan ve çağdaş dünyada bile sıkça ihlal edilen eşlerin ve özellikle de kadınların haklarına vurgu yapmıştır. Malın, canın, aklın, dinin ve neslin korunması bağlamında evrensel olarak kabul edilen haklara dikkat çekmiştir.
Dünyanın kuruluşundan günümüze, toplumsal, mâli, idarî ve siyasî hayatta çoğu defa kuvvet, hakkın düşmanı kesilmiş ve onun karşısında durmuştur. Kuvveti temel kriter kabul eden azgın güç sahipleri, hep menfaat yörüngeli davranmış ve hayatı bir mücadele ve kavga alanı olarak görmüşlerdir. Bu bakış açısına göre de, güçleri yettiği ve imkânları elverdiği ölçüde başkalarının hukukunu hiç önemsememiş, hatta yer yer pek çok insanî hakları çiğneyip ezmişlerdir.
Günümüz dünyasında özellikle de Müslümanların ağırlıkta yaşadıkları coğrafyalarda, hak ve hukuk yerlerde sürünmekte, her türlü zulüm çekinilmeden işlenmekte, insanların en doğal hakları olan hürriyetleri ellerinden alınmakta, mallarına el konulmakta ve bütün hukuki yollar da sonuna kadar yüzlerine kapatılmaktadır. Dileğimiz, gücün değil, hakkın ve hukukun bütün insanlığa sunulması ve bu paydan herkesin tam olarak hakkını almasıdır.
Prof. Dr. Muhittin AKGÜL
https://www.patreon.com/muhittinakgul
https://twitter.com/muhittinakgul