Geçmiş yüzyıllarda oryantalistlerin, şimdilerde ise bazı ülkelerdeki bir takım kimselerin, İslam’a karşı yaptıkları büyük iftiralardan birisi de, İslam’ın şiddeti içerdiğidir. Böylesi bir iftiranın en büyük sebeplerinden birisi, Müslüman olduğunu beyan eden veya giyim-kuşam yönüyle İslam’ı andıran bazı terör örgütlerinin, dünyanın değişik yerlerinde giriştikleri insanlık dışı katliamlar ve mabetlere karşı işledikleri vahşiyane tutumlarıdır. Buna, Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanların, yaşadıkları ülke insanlarıyla iyi bir diyalog kuramamaları ve bu türden terör örgütlerine karşı yüksek sesle amasız ve fakatsız olarak karşı olduklarını, medya yoluyla yüksek sesle beyan etmemeleri de önemli sebepler arasında sayılabilir.
Peki gerçekten İslam, barışı mı yoksa savaşı mı, ihya etmeyi mi yoksa öldürmeyi mi, tamir etmeyi mi yoksa tahribi mi hedef gösterir? Şimdi köşemizin elverdiği ölçüde bu konuyu özetlemeye çalışalım.
İslam, isminden de anlaşıldığı gibi barış ve esenlik demektir. Onun temeli ve ruhu, barış ve bu barışın oluşturacağı emniyet ve güvenlik ortamıdır. İslam’ın en önemli sembollerinden biri olan ve tanıdığımız tanımadığımız herkesle karşılaştığımızda ilk söylememiz gereken cümle olan “es-selamu aleyküm” de, bu güven ve barışın adeta bir parolası gibidir.
İslam’da insan öldürme, yaralama, başkasının herhangi bir organına zarar verme asla caiz değildir. Koparılan bir parmağın, kırılan bir dişin, yaralanan bir başın bile ağır cezaları vardır. Ve canın korunması ilkesi, dikkat edilmesi gereken en önemli prensiplerin başında gelir.
İslam’ın temel kaynağı olan Kur’ân’a göre bir insanın haksızca öldürülmesi, bütün insanlığın öldürülmesi demektir. İslam’ın peygamberi olan Hz. Muhammed (s.a.s.) de bütün hayatıyla bunun en güzel örneğini vermiştir. Şayet Allah Resûlü ve Müslümanlar sulhun esas olmasına rağmen Medine’ye hicretten sonra savaşa katılmışlarsa bu, şartların zorlaması ve başka bir alternatifin kalmamasındandır. Zaten savaşla ilgili ilk âyetlere bakıldığında savaşın, Müslümanlara mecburiyette kaldıklarından dolayı verilen bir izin olduğunu açıkça görülecektir.
Kur’ân’ın tamamına değil de, sadece belli şartlarda ve zamanlarda izin verdiği savaş âyetlerine bakarak, onu bu konuda mahkûm etmek ve savaş dini göstermek, ona yapılmış en büyük iftiralardandır. Kur'ân altı bin küsur âyetten müteşekkildir. Sulhu emreden, barışın esas olduğunu söyleyen ayetler de vardır; gerektiğinde savaşmayı, vatanı korumayı, hatta bu uğurda ölümü göze almayı tavsiye eden pasajlar da vardır. Bu âyetlerden her birinin yeri ve zamanı farklı farklıdır.
Kur'ân’daki savaşla ilgili âyetler, temelde şu seyri izler: Allah Resûlü (s.a.s.) 13 yıl Mekke döneminde ashabıyla birlikte müşriklerin amansız işkencelerine maruz kalmıştır. Kimileri hasırlara sarılarak yakılmış, kimileri kızgın kayaların altında can vermiş, kimileri kaynatılan kazanların içine atılmış, kimileri günlerce aç susuz bırakılarak ölüme terkedilmiştir. İşte bütün bu olumsuzluklara rağmen Kur'ân yine de elle mukabeleyi değil, sadece ve sadece müşriklerden yüz çevirmeyi tavsiye etmiştir. “Şimdi sen, sana ne emredilmişse onu açıkça onlara söyle! O müşriklerden yüz çevir!” (Hicr 15/94) benzeri âyetler bunu göstermektedir.
13 yıl Mekke dönemi bu minval üzere geçmesine rağmen savaş yoktur, aksine sabır, teenni, af tavsiyeleri üst üste gelmektedir. Mekke’den Medine’ye hicret zorunda bırakılan mü’minler, kendi öz vatanlarını terk etmelerine rağmen, hem de içindeki mal-mülkleriyle beraber, Medine’de bile müşriklerin tasallutundan kurtulamamışlardır. Müşrikler, kilometrelerce öteden kalkmış büyük bir orduyla ta Medine’nin yakınlarına Bedir denilen yere kadar gelmiş, bütün güçleriyle Müslümanları yok etme kararını almışlardır. Bu aşamadan sonra artık mesele ölüm kalım meselesidir. Ya seslerini çıkarmayacak, yabancı bir şehirde hem de kendilerine her türlü yardımı yapan Ensar’la beraber yok edileceklerdi ya da, “artık başka çare kalmadı biz de kendimizi savunalım” diyeceklerdir.
Derken savaşa iznin verildiği âyet nazil olmuştur: “Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin de, karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir. Onlar haksız yere ve ‘Rabbimiz Allah’tır.’ dediler diye yurtlarından çıkarılmışlardı.”(Hac 22/39-40) Âyetten de açıkça anlaşıldığı üzere böylece Müslümanlar da bundan sonra kendilerini savunabilecek, hürriyete giden yolu gerekirse canlarıyla elde edeceklerdi.
Resûlullah'ın (s.a.s.) katılmak zorunda kaldığı savaşlara ve sebepler yakından incelendiğinde, şu temel sebepler görülür. Bu savaşlar ya müdafaa içindir ki, genelde yapılan ilk savaşlara bakıldığında durum açıkça görülmektedir. Zira Bedir, Uhud ve Hendek savaşları, buna en açık bir göstergedir. Bu savaşların her üçü de müdafaa savaşıdır ve asla başlangıçta Müslümanların saldırısı söz konusu değildir. Şayet öyle olsaydı, bu savaşlar, Mekke’den kilometrelerce uzakta değil, Mekke’nin içinde ya da yakınında olması gerekirdi. Halbuki kilometrelerce uzaklardan gelen müşrikler, Müslümanları Medine’de bile rahat bırakmamış, sığındıkları şehre saldırmışlardır.
Savaşın diğer meşru bir sebebi ise zulmü önlemek içindir. Buna göre şayet dünyanın herhangi bir coğrafyasında mazlumların, mağdurların ve güçsüzlerin ezilmesi söz konusu ise, onların yardımına koşmak ve gerektiğinde zalim güçler karşısında hakkın ve mazlumun yanında olmak, savaşın meşru sebebi kabul edilmiştir.
Savaşın diğer meşru bir sebebi de hürriyetin engellenmesi karşısında yapılandır. Buna göre insanların iradelerine ipotek konularak, en tabii hakları olan irade hürriyetinden mahrum bırakıldıklarında, müslümanlar savaş yapma mecburiyetinde kalmıştır. Ama hiçbir zaman bu savaşlarda haksızlığa gitmemişler, insan hatta tabiat varlıklarına dokunulmaması için bile sıkı sıkıya uyarılarda bulunulmuştur. Mesela Resûlullah (s.a.s.) bir defasında savaşa katılanlara şöyle demiştir:
“Yaşlılara, kadınlara, çocuklara, kendisini ibadete vermiş ruhbanlara ve mâbedlere ilişmeyiniz.! Ağaçları yakmayınız.! Hayvanlara dokunmayınız.! Ve servetleri heder etmeyiniz.”
Aynı zamanda savaşla ilgili hukuku koyan yegâne kitap da sadece Kur'ân-ı Kerîm’dir. Tekrar edilecek olursa İslam, şiddeti değil, isminde de açıkça belirtildiği gibi sulhu, insan hakkını, barışı, kardeşçe yaşamayı ve başkalarına saygıyı emreden bir dindir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) dönemindeki savaşlarda dikkat çeken bir yön de, ölen insan sayısının oldukça az olmasıdır. Bu da savaştaki asıl sebebin, insan öldürme ve kan akıtma değil, aksine insanları hayata kavuşturma, zulmü önleme güven ortamını tesis etme vardır. Siyer kaynaklarının tespitlerine göre Allah Resûlü döneminde Müslümanlardan ölenlerin sayısı, yüz elli, düşman tarafından ölen insanların sayısı ise yaklaşık olarak iki yüz elli civarındadır.
Konuyu Muhammed Hamidullah Hoca’nın şu cümleleriyle bitirmek istiyorum:
“Ben rahmet peygamberiyim, ben harp peygamberiyim” şeklindeki hadisiyle Hz. Peygamber (s.a.s.)’in gözünde savaşın, kendisinden vazgeçilmesi mümkün olmayan bir “kötü gerek” olduğu ve asla kendine menfaat sağlamak gayesiyle ve kendi arzu ve isteğiyle hiç bir zaman harbe tutuşmadığını, olan savaşların ise, tamamen karşı tarafta bulunan hasımlarının arzu ve istekleriyle çıktığını beyân ve ifâde etmektedir.
Bu duruma göre onun giriştiği savaşlarda kollanan gaye, düşmanı itaat altına almak ve onun bozuk mantık ve muhakemesini doğrultup düzeltmekti; asla onun kökünü kazıyıp yok etmek değildi. Resûlullah Muhammed aleyh'is-salâtu ve’sselam, kan akıtma maksadına dayanan bir harp değil, psikolojik bir harp yapmayı tercih ediyordu. Tam gerektiği an ve yerde merhametli ve şefkatli davranmasını bilmiş ve Kur’ân-ı Kerim’de yer alan şu âyetteki: “İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussilet 41/34) prensibe göre hareket etmiştir.”