Yüce Mevla’mıza yakınlaştığımızı ifade eden mübarek ve bereketli bir zaman diliminin içinden geçmekteyiz. Hem Cuma hem de Kurban Bayramı olmak üzere iki bayramı bir günde ve aynı anda iç içe geçmiş daireler şeklinde idrak etmiş olduk.
Bayramlar, aslında hem Allah’a yaklaşmanın, hem de Rahman’ın kullarının birbirlerine yakınlaşmasının verdiği sevinçle, gayr-i ihtiyari iç coşkunluğumuzun dışa yansıdığı ve bunun tezahürlerinin farklı şekillerde görüldüğü bir mevsimdir.
Lakin yaşadığımız ve yaşamakta olduğumuz hâdiseler o kadar acı ve ağır oldu ki, bu coşkun günlerimiz bile âdeta mateme dönüştü. Başta yeryüzünün ilk ve KUTLU MA’BEDİ olan KA’BE, kapılarını yeryüzünün bütün insanlarına kapatmak suretiyle, manen bu mâtemi, kendi diliyle bizlere ifade etti. Kalbin teklemesi ve küçük bir rahatsızlığıyla bütün vücut dengesinin alt üst olması gibi, yeryüzü kalbinin, mâtemi yaşamasıyla da, aslında bütün insanlık bu mâtemden payını almış oldu.
Nasıl mâtem olmasın ki? Dünyanın farklı coğrafyalarında insanlar, belki de tarihte hiç olmadık kadar geniş ve uzun süreli insanlık dışı her türlü muameleyi derinden yaşıyorlar. Ancak ne acıdır ki, sesi arşa dayanmış bu zulümler aleni yaşanırken, hakkın ve haklılığın yerine gücün ve faydacılığın esas olduğu günümüz dünyasında, bütün güçlüler, zulme ya da sessizliğe gömüldü. Gözler, görmez körler oldu; kulaklar, sağır kulaklar oldu; diller konuşmaz ebkem oldu ve kalpler de bütün bütün tefessüh ederek hissetmez birer et parçasına dönüşüverdi.
Halbuki yeryüzüne son ilâhi rehber olarak gönderilen Kur’ân-ı Kerim, farklı yerlerde hakkı savunmayı, her türlü zulmü önlemeyi, zâlime karşı gelmeyi, hakkın yanında yer almayı, hakkın yerli yerine oturtulmasını, gücün önünde eğilmemeyi ve güce tapmamayı emretmekteydi.
Kur’ân, mü’minlerin kendi içlerinden hayra çağıran, iyilikleri yayıp kötülükleri önleyen bir topluluğun bulunmasını, açıkça ve sıklıkla bildirmekteydi. Sâlih ve hayırlı ümmet olmanın, ancak hakkın savunulmasıyla elde edilebileceğini haber vermekteydi. Hakkı savunmanın, Allah katında büyük bir mükâfata nail olacakları müjdesini vermekte, hakkı savunmayıp, kötülükler karşısında suskunluğa yatan kimseleri de lânetle anmaktaydı. Hakkı savunmamanın bir münâfık özelliği olduğunu beyan buyurmakta, müminlerin en önemli özelliklerinden birisinin, hakkın savunucusu olduğunu vurgulamaktaydı.
Aynı zamanda Yüce Beyan, hakkın savunuculuğunu, namaz gibi önemli bir ibadetle aynı bağlamda zikrederek, İslam ümmetinin üstünlüğünü ve hayırlı olmasını da yine hakkı savunma şartına bağlamakta ve hakkı temsil edenlere karşı düşmanca tavır takınanların varacakları yerin de, Cehennem olduğunu hatırlatmaktaydı.
Yukarıda sadece bir kısmına işaret edilen son derece açık ve kesin ilahi hükümler olmasına rağmen, gerek dünyanın değişik yerlerinde ve gerekse Türkiye’de işlenen insanlık dışı zulüm ve işkenceler karşısında, Kur’ân’ın muhatabı olanlar, âdeta bu ilahi hükümleri tersinden işleterek, işlenen bu zulümlere karşı sessizliği veya bunlara destek olmayı tercih edebilmektedir.
Sorgusuz sualsiz insanlar evlerinden alınarak, adeta bir meçhule yelken açtırılmakta, uzun tutukluluğa rağmen, ortada suç olarak ne yapıldığına dair ne bir iddianâme, ne de bir bilgi verilmektedir.
Doğuma giden bayanlar, doğumhaneden direkt gözaltı ve hapse götürülerek, hem doğum yapan anneler, hem de bebekler açıkça ölüme terk edilmektedir.
Hapishanelerdeki on kişilik koğuşlarda, hem de güncel yaygın tehlikeli hastalığa rağmen, bütün hijyen kuralları da hiçe sayılarak, kırk-elli kişi barındırılmak suretiyle, tıka basa doldurulup, âdeta ölüm yolculuğuna çıkartılmaktadır.
Hapishaneden tahliye olanlar ya da kendilerine haksızca biçilen hapis süresini dolduranlar, hapisten sonraki hayatlarında, yokluğa mahkûm edilerek, resmi, gayr-ı resmi herhangi bir kurumda çalışmaları, hem de devlet eliyle yasaklanarak, “ağaç kabuğu yesinlere” terk edilmektedir.
Hapishanedeki masumların en zaruri hastane ve sağlık ihtiyaçları, bütün ısrarlara ve tekrar tekrar istemelerine karşın, engellenmekte ve savsaklanarak ötelenmektedir.
Eşleri hapishanede olan masum ve muhtaçlara yardım eli uzatanlar, “TERÖRİST”(!) diye yaftalanıp, haklarında teröre yardım ve yataklık(!) suçu isnad edilerek tutuklanıp hapse gönderilmektedir.
Bu bayram günlerinde, anne ya da babaları hapishanelerde veya devlet tarafından kaybedilmiş nice boynu bükük yavrular ise, büyük bir heyecan ve korkuyla, ebeveynlerinin yolunu gözlemektedir.
Yedi yıldan beri devleti temsil eden en üst makamlardan, hem de bütün platformlarda bu insanlara karşı adeta soykırım ilan edilmekte, iftiralar atılmakta ve devletin diğer birimleri de bu iftira ve günaha ortaklık etmektedir.
Yapılan bu sürekli, kesintisiz tezviratlar, propagandalar, trol iftira ve küfürleri, artık toplum tarafından da âdeta gerçekmiş gibi kabullenilmekte ve bu masum insanların en yakınları bile, aynı iftiraların etkisinde kalarak, yakınlarına adeta bir düşman gibi bakmaktadırlar. Bu yüzden aileler parçalanmakta, evlat ile ebeveyn arasına fitne tohumları ekilmekte, en yakın akrabalar birbirine düşman kesilmekte ve komşular da birbirlerinin sanki ispiyoncusu noktasına itilmektedir.
Yukarıda çok kısa kesitlerle ifade edilen manzaraların benzerleri Çin’de de karşımıza çıkmakta ve hız kesmeden devam eden bir soykırım yaşanmaktadır. Çocuklar evlerinden zorla yuvalara(!) alınmakta, körpecik bedenlere akla hayâle gelmedik işkenceler yapılmakta, Çin erkekleri Uygur Müslümanlarının evlerine zorla yerleştirilmekte ve işkence kamplarında mazlumlar, insanlık dışı muamelelere maruz bırakılmaktadır. Pek çok Uygur ailesinin fertleri birbirinden koparılmakta, böylelikle kimsenin kimseden haber alma imkânı da kalmamaktadır. Ve bu manzaralar, şu gelişmiş günümüz dünyasının gözü önünde cereyan etmektedir. Maalesef ki, bu olup bitenler karşısında ne Müslümanlardan, ne de dünyanın güçlü ülkelerinden, yüksek ve gür hiçbir bir ses de duyulmamaktadır.
Yukarıda sadece çok az bir kısmına işaret edilen bu acı manzaralar yaşanırken, elbette neşe ve sevinç içerisinde bir bayram kutlamak imkânımız da bulunmamaktadır. Lâkin Bayramı vesile kılarak sabırla, şefkatle, mülâyemetle, maddi ve manevi cömertlikle mağdurların ve mazlumların dertlerine az da olsa derman, yaralarına merhem olarak Allah’ın (c.c.) rahmet, mağfiret ve affına mazhar olabiliriz. İçinden geçtiğimiz bu günleri bir bayram olarak başka türlü değerlendirmek de zaten mümkün değildir. Ne diyeyim ki! Bayramınız Mübarek olsun!
Prof. Dr. Muhittin AKGÜL