İnsanlık tarihi, gücü eline geçiren, kuvveti hak yerine koyan, haklı da olsalar zayıfları ezen ve haklarını gasp eden nice zorbayla karşılaşmıştır. Bu tiranlara her dönemde hakkı savunan, haklı ve zayıfın yanında yer alan nice kahramanlar da hep olagelmiştir. İşte bu yazımda, Mekke’de belli bir süre varlığını ve etkinliğini devam ettiren ve Allah Resûlü’nün de üyesi olarak bulunduğu Hılfu’l-Fudul cemiyeti ve günümüze yansıyan benzer teşebbüsleri kısaca ele almaya çalışacağım.
Siyer’le ilgili hemen hemen bütün kaynaklar, İslâmiyet gelmeden önce Mekke’deki “faziletliler topluluğu”, “faziletli kimselerin yemini” veya “haksız yere alınan malların sahibine iade edildiği” gibi anlamları içeren “hılfu’l-fudûl” cemiyetinden bahsederler. (Bkz:İbn Hişam, 1/134; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 2/40-48).
Adı geçen Cemiyet’in tam olarak ne zaman kurulduğu ve ismiyle ilgili olarak farklı rivayetler olmakla beraber, onun bizi ilgilendiren asıl yönü, bu cemiyetin fonksiyonu ve yapmış olduğu hayati öneme haiz aktiviteleridir.
Sivil ve vicdanlı kimselerin bir araya gelerek kurdukları bu cemiyet, gerek Mekke içindeki kabile ve şahısların aralarındaki anlaşmazlıkları gidermede, gerekse Mekke’ye dışarıdan ticaret veya Hac için gelenlere yapılan haksızlıkları ortadan kaldırma ve çözüme kavuşturma hususunda hep aktif olmuştur.
Allah Resûlü de, henüz yirmi yaşlarındaki iken bu sivil kurumun asil üyelerinden biri olmuştur. Anlaşmaya göre, şayet Mekke’de herhangi bir kimseye zulüm ve haksızlık yapılırsa, bunu yapan kimse ister iyi ister kötü, ister yerli isterse yabancı olsun, kendisine hakkı verilinceye kadar bir tek el gibi hareket edileceğine söz verilir. Hatta bu konu öylesine net ve kesin vurgulanır ki, deniz süngeri ıslattığı ve Hira ile Sebîr dağları yerlerinde kaldığı sürece, bu yemine aykırı davranmayacaklarına ve kurul üyelerinin birbirlerine her türlü desteği vereceklerine dair aralarında sözleşme de yaparlar. (Şâmî, Sübülü’l-Hüda ve’r-Raşâd, 2/154).
Nübüvvetle şereflendikten sonra da adı geçen cemiyet etkinliğini devam ettirmiştir. Hatta bir defasında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bizzat kendisi, Ebû Cehil’den bir mağdurun hakkını almıştır. Yaptığı bir alış-verişte, aldığı malın karşılığını ödemek istemeyen Ebû Cehil, karşısında Allah Resûlünü görünce hemen kalkmış ve mağdurun alacağını kendisine vermiştir. Hılfu’l-fudûl cemiyetinin ne zamana kadar devam ettiği kesin olmamakla beraber, Muaviye döneminde bile faaliyetlerinin devam ettiğine dair rivayetler vardır.
Bu cemiyetin ne kadar önemli olduğunu, Hz. Peygamber (s.a.s.) şu sözleriyle ifade etmişlerdir: “Abdullah b. Cud’a’nın evindeki yeminleşmede ben de bulunmuştum. Bana göre o yemin, kırmızı tüylü develere sahip olmaktan daha sevimlidir. Ben ona İslâmiyet döneminde bile çağrılsam, durmam hemen koşar giderim” (İbn Hişam, 1/134)
Mekke ile sınırlı kalmakla beraber, önemli olan, her zaman hakkın ve haklının, mazlum ve mağdurun yanında yer almış olan Allah Resûlü’nün (s.a.s.), daha genç yaşlarında iken böylesi bir cemiyetin içinde bulunması ve Müslümanlık geldikten sonra bile bu cemiyetin varlığının devam etmesini istemiş olmasıdır.
Aslında İslamiyet öncesi ve sonrası, sivil bir organizasyon olarak aktif bir toplum hizmeti gören Hılfu’l-fudûl cemiyeti, sadece o dönemle sınırlı değildir. Nitekim Resûlullah’ın açık beyanlarından da anlaşıldığı üzere, böylesi cemiyetlere her zaman ihtiyacın olduğu, bir toplumdaki ciddi anlamda hukuki aksaklıkları ortadan kaldıracağı, zulüm ve haksızlıkları gidereceği ve Müslümanların da böylesi sivil ve bağımsız kurum ve kuruluşlarda, aktif rol almaları istenmektedir.
Söz konusu kurumların dikkat çeken bir yönü de, sadece belli bir din ya da felsefenin değil, her türlü dini ve felsefi görüşten hakperest kimselerin bir araya gelerek, toplumda ciddi bir boşluğu dolduracakları gerçeği ve zaruretidir.
Günümüz Türkiye’si ve benzeri ülkelerde yaşanan zorbalıklara, kanun dışılıklara, zayıfların her türlü haklarının ellerinden alınmasına, güçlülerin, haksız hukuksuz olsa da kendilerini haklı ilan etmelerine ve zorla da olsa bunu kabul ettirmelerine bakılınca, bu anlamdaki sivil organizasyonların bulunmayışının veya güçlü bir şekilde olmayışının acı sonucunu, daha yakından gâyet net olarak görmüş oluyoruz.
En azından son 6 yıldır yaşananlara kısaca bakıldığında, yüzbinler KHK denen ucûbeyle mesleklerinden atılmış, yetmemiş atılanlar KHK gerekçe gösterilip zindanlara tıkılmış, hürriyetleri ve mal-mülkleri devlet tarafından gasp edilmiş, mağdurların çoluk çocukları her türlü sosyal ve medeni hukuktan yoksun bırakılarak soykırımla tarif edilecek sivil ölümlere terkedilmiş ölümcül hastalıklar olmasına rağmen tahliyeleri yapılmamış, süreleri dolmasına rağmen çıkartılmamış, hapishanelerde insanlık dışı her türlü muamele reva görülmüş, gözaltı ve hücrelerde bayan ve erkekler çıplak arama rezaletine maruz kalmış, işkenceler yapılmış, hayatlarını kaybedenler olmuş, çocuklar yetim ve öksüz kalmış, anneler doğumhane kapılarından tekrar hapse götürülmüş, uluslararası kurumlara kıyımcı kayyımlar atanmış, ülkelerinde bütün hakları ellerinden gasp edilen mazlumlar, başka ülkelere hicret etmek zorunda bırakılmış, bunların da kimi nehirlerde, kimi denizlerde boğulup şehid olmuş, kimileri sığınmak zorunda kaldıkları ülkelerde yeni bir hayat kurma mücadelesine başlamıştır.
Ve bütün bu olan mezalim karşısında, adı geçen kurumun üyelerine benzer birkaç kişi istisna edilecek olursa, kimseden ses çıkmamıştır. Fazilet adına, zalimim zulmü karşısında mazlumu koruyacak Cahiliye döneminin putperesti olarak takdim edilen Abdullah b. Cüdan’ı, çağdaş dönem ortaya çıkaramamıştır. Mazlumların hamisi hüviyetinde tecessüm eden hılfu’l-fudûl ruhu, modern Türkiye’de kendilerini dindar ve muhafazakâr olarak gösteren bir avuç mîrasyedinin elinde âdeta kayıplara karışmıştır.
Martin Luther King’in de oldukça yerinde tespitiyle: “Beni korkutan, kötülerin baskısı değil, iyilerin kayıtsızlığıdır.” sözündeki gerçek, bugün acı acı yaşanmıştır/yaşanmaktadır.
Özellikle de Türkiye’de olanlarla ilgili olarak, gerçek anlamda bir hılfu’l-fudûl üyesi gibi hareket eden faziletlilerin sayısı, bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olmuştur. Bir Ö. Faruk Gergerlioğlu, bir Ahmet Altan, bir Hüda Kaya, bir Natali Avazyan, bir Sezgin Tanrıkulu, bir Alparslan Kuytul ve bir Yeni Asya ile mazlumun sesi duyurulmaya çalışılıyor ve toplumdaki ağır insan hakkı ihlalleri gündeme taşınıyor.
Elbette bir Habib-i Neccar olup taşlanmayı göze almak, Ashab-ı Kehf kahramanları olup, saraylar yerine mağarayı tercih etmek, hakkı destekleme karşısında, en ağır ceza ve tehditleri göze alan ancak Firavun’a yine de biat etmeyen sihirbazlar olmak, savundukları doğrulardan vaz geçmeyip, alevlerle dolu kuyulara razı olan Ashab- Uhdud’la aynı noktada buluşmak, çok da kolay olmasa gerektir.
Halbuki her yer ve her coğrafyada, mazluma karşı yapılacak bir gadir, bir zulüm ve bir haksızlık karşısında, hep birden seslerini yükselterek, yeryüzü korosu teşkil edecek gerçek hılfu’l-fudulların oluşması, bütün insanlık adına sadece bir tercih değil, insan olmanın gereği sayabileceğimiz varoluşsal bir zorunluluktur. Ne mutlu kadim dönemden günümüze mazlumun yanında durabilme erdemi ve cesareti gösteren modern hılfu’l-fudul temsilcilerine, iyi ki varsınız….
Prof. Dr. Muhittin AKGÜL
https://www.patreon.com/muhittinakgul
https://twitter.com/muhittinakgul