Sahabeyi Anlamak ve Onlara Yapılan Saldırılar-35
Alem-i İslâm’ın başına gelmiş en büyük felaketlerden biri olan ifritten süreç ve bunun failleri olan Tiran ve ekibinin, Müslümanlığın ve İslâm’ın temsilcileri görüntüsü altında her türlü çirkinliği yapmaları karşısında, insanların İslâm ve Müslümanlar hakkındaki fikirleri ve düşünceleri çok negatif bir şekilde etkilenmiş ve çokları bunlara bakarak dinden ve manevi değerlerden uzaklaşmışlardır.
Benzer şekilde, bu durum onların İslâm tarihine, geçmişlerine ve geçmişte yaşamış olan şahsiyetlere bakışlarını da çok menfi olarak değiştirmiştir. Bunlara bakarak, Kur’an ve Sünnet’i, tam, doğru ve hakiki manada temsil eden ve günümüze kadar çok sağlam bir şekilde korunarak gelen Sünn-i İslâm düşüncesini ve inancını sorgulamalar başlamıştır.
İslâm’ı temsille hiçbir alakaları bulunmayan ve hakikatte yaptıklarıyla “İslâm düşmanları” denmeyi hak eden bu tiranların ve zalimlerin yaptıkları zulümlerin ve çirkinliklerin kaynağının Sünn-i İslâm düşüncesi olduğu gibi çok absürt ve gerçeklerle taban tabana zıt fikirler ve düşünceler çokları tarafından ifade edilmeye başlanmıştır.
Öte yandan, Asr-ı Saadet’ten günümüze kadar Şia, müsteşrikler, şarkiyatçılar (oryantalistler) ve benzeri akımlar, kurumlar ve şahıslar durmadan Sünni İslâm düşüncesi aleyhine fikirler üretip dolaşıma sokmuşlardır. Bunların bu hummalı çalışmaları neticesinde, internet ve sosyal medya ortamlarına girildiğinde çoklukla, bu oluşturulmuş sun’i, yalan ve yanlış bilgi ve haberlerle karşılaşılmaktadır.
Maalesef, bugünkü yanlış temsiller, bilinçli yapılan karalama kampanyaları ve bu bombardıman edilen yalan bilgi ve haberlerin çokluğuna binaen bu mecralarda bilgiye ulaşmaya ve meraklarını gidermeye çalışanlar daha çok bu negatif, İslâm’ı gerçek anlamda temsil edip gösteremeyen ve bilinçli ya da bilinçsiz onu karalamaya yönelik olan haber ağlarına takılmaktadırlar.
GELENEKSEL İSLÂM – SÜNNİ İSLÂM
Bazıları geleneksel İslâm deyince, geçmişte kalmış, zamanın ruhunu okuyamamış, günümüzün problemlerinden bihaber ve artık modası geçmiş, tecdide, yeniliklere ve yenilenmelere kapalı bir İslâm anlayışı olduğunu zannediyorlar. Bazıları da dünyanın birçok yerinde büyük zulümlere neden olan Siyasal İslâm’ın Geleneksel İslâm olduğu gibi çok yanlış bir kanaate sahiptirler.
Halbuki, Geleneksel İslâm veya Sünni İslâm, Kur’an ve Sünnet kaynaklı, sahabeler, tabiin, tebe-i tabiin, İmam-ı A’zam Ebu Hanife, İmam-ı Malik, İmam-ı Şafii ve İmam Ahmet bin Hanbel, İmam-ı Maturidi ve İmam-ı Eş’ari gibi ameli ve itikadi mezhep imamları, Ömer bin Abdülaziz, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani, Şah-ı Nakşibendi, Mevlana Halid-i Bağdadi ve Bediüzzaman Said Nursi gibi müceddidler, müçtehidin-i İ’zam ve Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat tarafından temsil edilerek günümüze ulaşan gerçek İslâm’ın tam kendisidir.
Geleneksel veya Sünni İslâm’ı ortadan kaldırdığınız zaman geriye Şiilik, Haricilik, Mu’tezile ve Cebriye gibi Ehl-i Sünnet ve’l cemaatin kabul etmediği dinin yanlış yorumları ve temsilleri kalmaktadır. Geleneksel veya Sünni İslâm’ı ortadan kaldırdığınız zaman geriye, günümüzde çok cazip hale gelmiş dünyevi zevk ve lezzetlere meftun ve bunların tiryakisi olmuş olan insanların arzularına izin verecek şekilde dinde reformlar yapmak isteyenlerin ve dolayısıyla tahribat peşinde olanların ortaya koydukları dini anlayışlar kalmaktadır.
Geleneksel veya Sünni İslâm’ı ortadan kaldırdığınız zaman geriye asırlarca İslâm’ı düşman olarak görüp mücadele eden ve İslâm’ı tahrip ve değiştirmek suretiyle yıkmak için, durmadan şüpheler üreten, türlü türlü İslâmi anlayışlar geliştirip piyasaya süren ve böylece gerçek İslâmı yok etmek isteyen müsteşriklerin, şarkiyatçıların veya oryantalistlerin pazarladıkları dini anlayışlar kalmaktadır.
Geleneksel veya Sünni İslâm’ı ortadan kaldırdığınız zaman geriye Kur’an’ı, peygamberlik hakikatini, Hazret-i Peygamber’i (SAV) ve onun Sünnet-i Seniyye’sini ve vazifesini, sahabelerin temsillerini ve misyonlarını ve dinin ruhunu bilememiş, cahil ve anlayamamış ve dolayısıyla din ve dine ait her türlü meseleyi tamamını kavrayarak bir bütün içerisinde görüp ele alamayan, bütüncül bakışa muvaffak olamayan dar ve sığ görüşlülerin, anlayamadıkları, bilemedikleri, kavrayamadıkları veya nefis ve arzularının esiri haline geldikleri için ürettikleri tarihselcilik benzeri dini anlayışlar kalmaktadır.
Geleneksel veya Sünni İslâm’ı kabul etmeyenler, 14-15 asrı aydınlatıp nurlandıran cadde-i kübray-ı İslâm-ı yani büyük İslâm caddesini terk edip münafıklar ve kafirler veya ehl-i dalalet fırkaları olan sapık veya sapmış olan mezheplerin karanlık yollarına tabi olmaktadırlar.
MİLLETİ MAHVEDEN İNSANLAR
Günümüzde sünneti ve hadisi inkâr eden, tarihselcilik ve dinde reform gibi yaklaşımlarla sünnet, sahabe ve mezhep düşmanlığı yapan çok sayıda insan birdenbire ortalığa dökülüverdiler. Böyle insanlar her zaman tarih boyunca var olagelmişlerdir ama sanki bugüne kadar bir yerlerde kuluçkada bekliyorlardı ve birdenbire yumurtadan çıkıp gün yüzüne çıkıverdiler.
Yunan felsefesinden beslenen teologlar, din alimi olduğu iddiasındakiler, dini olmayan alanlara mensup akademisyenler, birtakım aidiyetlere veya kimliklere sahip bazıları, yazar çizer takımından çok sayıda insan dini konularda yazıp söylemeye, sanki kendileri dini ilimleri detaylarına varıncaya kadar bilen alanın uzmanları gibi hükümler vermeye, dinler, İslâm, Kur’an ve peygamberlik hakkında çok büyük iddialar ileri sürmeye başladılar.
Tefsir ve tefsir usulünde, kelam ve kelam usulünde, hadis ve hadis usulünde, fıkıh ve fıkıh usulü ve diğer İslâmi ilimler alanlarında tam bilgi sahibiymişler gibi her gün yeni yeni iddialarla boy gösteren ve dini tahrip ve reforma (tecdid değil) yönelik söylemlerde bulunan insanlar çoğalmışlardır.
Rasûl-ü Ekrem (SAV) Efendimiz, “Dinin afeti üçtür: Fakîh-i fâcir (günahkar fıkıhçı), imam-ı câir (zalim idareci), müctehid-i câhil (kendi reyine göre ibadet ü taatte bulunan cahil kimse)” beyanlarında geçen müctehid-i câhilin açıklandığı şu tespitler günümüzün bu büyük problemine dikkat çekmektedirler:
Üçüncü olarak da “müctehid-i câhil” zikrediliyor. Çağımızda çok olan bir şey. Bakarsınız kimisi der: “Yahu bırakın şu Ebû Hanîfe’yi, İmam Malik’i, Şafi’yi, Hanbeli’yi…” Bazıları bakarsınız hadisi bile inkâr eder, sadece Kur’ân der. Oysaki Müslümanlık, bir yönüyle temel disiplinler açısından Kur’ân’da şekillenmiştir ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hadis-i şerifleriyle onlara vuzuh kazandırmıştır. Dolayısıyla Kitab’ın yanında Sünnet de esastır. İşte usulüddin ulemasının beyanı: “Sünnet’in Kur’ân’a ihtiyacından daha çok -açması, açıklaması, her şeyi milimi milimine yerine oturtması açısından- Kur’ân’ın Sünnet’e ihtiyacı vardır.” Usulüddin ulemasının bu mevzuda beyanı böyledir. Zira Kur’ân inmiştir ama onun ne ifade ettiğini en doğru anlayan, milimi milimine doğru anlayan İnsanlığın İftihar Tablosu neyle ifade etmiştir Onu? Kavlî sünnetiyle!.. Neyle ifade etmiştir? Fiilî sünnetiyle, ef’al-i nebevisiyle, ahval-i nebevisiyle, temsilat-ı nebevisiyle…
Câhil müctehid Kitab’ı bilmez, Sünnet’i bilmez ama içtihatta bulunur. Günümüzde çok müctehid vardır. Zannediyorum, kütüb-ü ehâdîsiye açısından, o mevzuda uzman herkesin ilk planda okuması gerekli olan Kütüb-ü Sitte’dir. Yemin ederim, hocalık taslayan, müctehidlik taslayanlar bu kitapları -hele bir şerhle- katiyen okumamışlardır. Hatta hadisçiler bile bunları yakın takibe alarak baştan sona kadar okumamışlardır. Kaldı ki bunun dışında Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i var, İmam Malik’in Muvatta’ı var, zevâide dair yazılmış kitaplar var, Darekutniler var, Hakim’in Müstedrek’i gibi eserler var.
Bir insanın, bütün bu hadisleri gözden geçirmedikten sonra Kur’ân’a dair incelikleri onlara has keyfiyet içinde, onların haysiyetini koruma keyfiyetinde bilmesi mümkün değildir. Şimdi bu tür insanların içtihattan dem vurmaları cehaletlerini ilandan başka bir şey değildir. İster tefsir uzmanı olsun, ister hadis uzmanı olduğunu iddia etsin, ister fıkıh uzmanı olduğunu iddia etsin, isterse de kelam uzmanı olduğunu iddia etsin; Kitap, Sünnet ve Fıkıh bütün külliyatıyla -bir de müzakere edilerek- gözden geçirilmemişse, Kıtmir onlara cehaletlerini bilmeyen cahiller nazarıyla bakar.
Cehaletini bilmeyen cahiller bunlar. Unvanlar önemli değil. Kitapların fihristlerine bakar, fişlersiniz; fişleri bir araya getirir, işlersiniz; sonra bir şey olduğunuzu düşlersiniz; sonra da müctehid olduğunuzu düşlersiniz. Öyle fişlemeyle, işlemeyle, düşlemeyle müctehid olunmaz.
Bu açıdan, ümmet-i Muhammedi ifsat eden, kalbleri bozan insanları sırasıyla kategorize ettiğimiz zaman “fakîh-i fâcir” en başta gelir. Sonra “İmam-ı câir”; zalim, cevreden, insanları inciten, haksızlığın haksızlık olduğunu bilmeyen, zulmederken bile bir şey yaptığını zanneden, zulmederken dahi kendisini hep haklı gösteren işin başındaki insanlar… Köyün muhtarından devletin başındaki adama kadar… Bunların hepsine din ıstılahı açısından imam denir. Ve sonra da “câhil müctehid”ler. Milleti mahveden insanlar…”
"Dinin Afeti Üç Zümre"
Bu önemli tespitlerin bir özetini de aşağıdaki ifadelerde görmek mümkündür:
“Hadis-i şerifte son olarak bir de cahil müçtehitten bahsediliyor. Bunlar Kur’ân ve Sünnet’i derinlemesine anlamayan, bu iki kaynağa mahruti olarak bakamayan, siyer felsefesini bilmeyen fakat buna rağmen içtihada soyunan kişilerdir. Çağımızda maalesef bunların da sayısı bir hayli fazla. Ortalık müçtehitten geçilmiyor. Üstelik bunların bir kısmı Ebû Hanife’yi, İmam Mâlik’i, İmam Şafii’yi, Ahmed İbn-i Hanbel’i beğenmeyecek kadar da kendilerine güvenen tipler. Gel gör ki, dikkatle baktığınızda bunların pek çoğunun ciddi bir Kur’ân ve Sünnet bilgisinden mahrum olduklarını görürsünüz. Halbuki Kur’ân ve Sünnet; dinin üzerine temellendirildiği aslî kaynaklardır. Kur’ân’ı, gözünün önüne açılmış bir harita ölçüsünde bilmeyen, Kur’ân’ı bize izah edip temsiliyle hayata taşınma keyfiyetini gösteren Sünnet’i ihatalı şekilde tanımayan birinin içtihat iddiası kabul edilemez.”
"Dinin Afeti Üç Zümre 2"
Sonuç olarak, Allah (CC) dinini koruyacağını Kur’an’ı Kerim’de vaad etmektedir ve bunun için Kur’an’ı en başta Sünnet-i Resûllullah ile koruma altına almış ve hem Kur’an’ı hem de Sünnet’i en güzel şekilde ders alıp anlayan ve hayatlarına uygulayarak sonraki nesillere aktarılması işini en mükemmel bir şekilde yerine getiren Allah Rasûlü’nün arkadaşları olan sahabe efendilerimizle bu koruma işini tam olarak gerçekleştirmiştir:
“Başlangıçtan itibaren ashâb-ı kiramın ve sonra selef-i sâlihînin Kur’an ile hadis mevzuunda sergiledikleri hassasiyet ve gösterdikleri takdire şâyân gayret sayesinde neyin sahih, neyin mevzû olduğu apaçık ortaya çıkmış; Kur’ân gibi sünnet de “Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biz’iz.” (15/9) âyetinin şümulü içine girmekle ilâhî sıyânet altında bugünlere gelmiştir. Evet, zikri geçen beyan-ı ilahîde, Cenâb-ı Hakk’ın kibriya ve azametinin vurgulanmasıyla beraber, Müsebbibü’l-Esbab’ın, bazı icraatına sebepleri vesile kıldığına da işaret edilmektedir. Kur’ân’ı indiren de, Onu koruyan da Hazreti Allah’tır. Fakat, Rabb-i Hakîm, Kur’ân’ı indirirken Hazreti Cebrâil gibi bir elçiyi vazifelendirdiği gibi, Yüce Kitab’ını korurken de vahiy katiplerini, onların yazdığı nüshaları ve daha sonra da onun her harfine vakıf hafızları vesile olarak kullanmıştır/kullanmaktadır.”
"Hiç durmadan yürüyeceksiniz"