Sahabeyi anlamak ve onlara yapılan saldırılar 32
Maalesef, “Emevi Müslümanlığı” diye bir kavram, günümüzde, birçokları tarafından dile pelesenk edilmiştir. Al’i Beyt ile olan mücadelelerine ve içlerinden Yezid gibi zalim yöneticilerin çıkmasına bakılarak, İslam’ın çok önemli parlak bir çağı olmasına rağmen, Emeviler dönemi karanlığa mahkûm edilmektedir. Halbuki, “Emevi Müslümanlığı veya İslâmı” diye bir şey yoktur. O dönemde bazı zalim idarecilerin yaptıklarına bakarak olsa olsa “Emevi Zulmü” diye bir kavram kullanılabilir.
Nedir bu Emevi İslam'ı? | Prof. Dr. Ayhan Tekineş
Kur’an’da ayetlerle ve hadislerle sena edilen sahabelerin ve tâbiînin içinde bulundukları, İslam adına maddi ve manevi birçok fetihlerin ve inkişafların gerçekleştiği bu dönem, sözde A’li Beyt muhabbeti altında karalamalara tabii tutulmaktadır. Halbuki, sayıları az olan zalimler istisna edildiğinde, muazzam bir İslâm medeniyetinin varlığı ortaya çıkar.
HEM EMEVİLER HEM DE ABBASİLER DÖNEMLERİNDE EN ZALİM İDARECİLERİN BAŞTA BULUNDUĞU DÖNEMLERDE BİLE, MADDİ VE MANEVİ FÜTÜHATLAR VE BAŞARILAR DEVAM ETMİŞTİR
Allah Rasûlü’nün (SAV) “En hayırlılarınız benim çağımda yaşayanlardır. Sonra onu takip edenler (Tâbiîn), sonra da onları takip edenler (Tebe-i Tâbiîn) gelir.” sözleriyle müjdelediği zaman dilimleri hangi dönemlerdir diye bakılsa, az bir araştırma ile bu dönemlerin Asr-ı Saadet, Emeviler ve Abbasilerin ilk dönemleri olduğu sonucuna herkes kolaylıkla ulaşacaktır.
Bu dönemler sahabe, tâbiin ve tebe-i tâbiinin yaşadığı devirlerdir. Gelen zalimlere rağmen maddi ve manevi fütuhat bütün hızıyla devam etmiştir. En zalim halifelerin olduğu dönemlerde bile meydana gelen gelişmeler ve ilerlemeler çok parlak ve büyüleyici bir keyfiyettedir.
Emevilerin, Kureyş’de nüfusu çok kalabalık olan bir kabile olduğunu ve içlerinden birçok sahabe ve tabiinin bulunduğu hakikati de maalesef çok bilinmemekte veya göz ardı edilmektedir.
Emevi Müslümanlığı deyip, Hz. Muaviye dahil herkesi insafsızca eleştirdikleri bu dönemde, sahabeden birçoğunun Emevilerle beraber hareket ettikleri hakikati göz ardı edilmektedir. Emeviler döneminde, sahabelerin ve tabiinin hala çok etkili oldukları bilinmemektedir. Ayrıca, bu dönemde yapılan çok büyük hayırlar ve güzellikler görülmemekte ve tarafgirlikler üzerinden birtakım gerçeklerden uzak fikirler ve düşünceler serdedilmektedir.
Muteber ve doğru olmayan kaynaklardan gelen bilgilerin ve rivayetlerin sıhhati ve güvenilirliği, ciddi bir araştırma ve tetkike tabi tutulmadan kullanılıyor olmaları da böylesi zalim hükümlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Maalesef, bu tarz yaklaşımlar ve düşünceler din binasının temel direklerini oluşturan sahabeler hakkında hakikatten tamamen uzak tutarsız düşüncelerin ve sahabelerin bir kısmına karşı düşmanlıkların oluşmasına yol açmaktadır. Bütün bunlar, sahabeden bazılarını çürüterek İslam binasına zarar vermek isteyenlerin amaçlarına hizmet etmektedir.
Ehl-i Sünnet olduklarını iddia etmelerine rağmen bazılarının, sahabe hakkındaki yalan haberlere bu kadar itibar etmelerinin en temel bir sebebi olarak, bu insanların sahabeleri ve onların İslâm binasının inşasındaki rollerini doğru anlayıp bilmekten uzak olmaları söylenebilir.
Bu asrın beyin yapıcısı olan Hazreti Bediüzzaman bu ihtiyaca da cevap verecek şekilde 27. Söz’de ve özellikle de “Sahabeler Hakkındadır” başlıklı kısımda, sahabe hakikatini, onların faziletlerini ve sahabelere karşı yapılan saldırıların ve eşitlik iddialarının temel sebeplerini çok güzel bir şekilde anlatmışlardır.
İNSAFSIZ VE CERBEZECİ BAKIŞ AÇISI
Medeniyetlerin ele alınıp değerlendirilmesinde iki temel problemle karşılaşıyoruz. Birincisi, medeniyetlerin devletleri yöneten zalimler, siyasi olaylar ve savaşlar üzerinden değerlendirilmeleri yanlışıdır. İkincisi ise farklı zaman dilimlerinde yaşanmış menfi (kötü) olayların, çirkinliklerin, kusurların hepsini bir araya getirip sanki bir anda gerçekleşmiş gibi değerlendirme hatasıdır.
Daha önceki yazılarda da ele alınan Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, devletlerin ve toplumların değerlendirilmesinde düşülen yanlışlara dair tespitini tekrar hatırlayalım:
Hazreti Üstad’ın ifadeleriyle diyecek olursak, “Senin bir sene zarfında attığın tükürük, bir günde senden çıkmış bulunsa, içinde boğulacaksın. Müteferrik zamanda istimal ettiğin sulfato gibi acı ilâçları bir günde birkaç kişi istimal etse, hepsini de öldürebilir.” İşte aynı bunun gibi, Osmanlı’nın bazı fertlerinin hataları her biri tarafından işlenmiş ve farklı zamanlardaki kusurları toplanıp bir anda yapılmış gibi tasavvur edilirse, karşımıza çok çirkin bir tarih çıkabilir. Oysa, Osmanlı’nın bir de fetih ve medeniyet tarihi vardır. Fakat maalesef, zaaflarının esiri bazı kimseler, o yüce kâmetleri kendi seviyelerine indirerek kendilerine mazeret uydurma ve kendi cürümlerini hafif gösterme psikolojisinin de tesiriyle yalan yanlış tasvirlerde bulunuyorlar.”
(“Muhteşem Osmanlı ve Ecdâda Saygı”)
Bu medeniyetlerdeki güzel misaller ve güzel insanlar (özellikle de adil idareciler, sivil halk, alimler, …) bir arada topluca ele alınsa ortalık gül bahçelerinden ve gül kokularından geçilmez hale gelir. Bu güzelliklere oranla daha az yaşanan çirkinlikler ise ya hiç görülmez ya da güzelliklerin derecesinin anlaşılmasına yardımcı olacak kıyas vesileleri olurlar.
Aslında, her toplumda ve zaman diliminde realitelerin gerektirdiği ve neticeleri itibarıyla güzel ama zahiri çirkin olan durumların ve olayların yaşanmasının da önemli faydaları ve hikmetleri bulunmaktadır.
KÛFE MEKTEBİ VEYA EKOLU
Konumuza bir örnek olması açısından Kûfe şehrini ele alabiliriz. Hz. Ömer (RA) Arap Yarımadası, Şam bölgesi ve İran coğrafyasını birleştiren Irak’ta Kûfe şehrini inşâ ettirmiştir. Burasını bir ilim ve medeniyet şehri haline getirmek ve böylece İslam’ın çevre bölgelere yayılmasında ve tebliğinde bir merkez yapmak düşüncesindeydi. Çok sayıda sahabe ile yeni Müslüman olmuş kabileler bu şehre yerleştirildi.
Hz. Abdullah ibn-i Mesud gibi ilimde sahabenin zirvelerine bu şehirde muallimlik vazifesi verilmiştir. Bütün bu çalışmalar neticesinde, Kûfe, sonraki bütün asırlara ışık tutacak bir ilim ve medeniyet şehri konumuna yükselmiştir. Daha sonra, Hz. Ali (RA), hilafetin merkezini buraya taşıdıktan sonra, ilim ve medeniyet adına Kûfe iyice zirve yapmıştır.
Sadece, Abdullah bin Mesud Hazretleri (RA) tarafından Hasan-ı Basrî, Esved İbn-i Yezîd en-Nehâî, Alkame İbn-i Kays, Abîde es-Selmânî, Ebû Amr eş-Şeybânî, Katâde, Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Şüreyh İbn-i Hâris, Mesrûk İbn-i Ecda, Amr İbn-i Şürahbîl, Hâris İbn-i Kays, Süleyman İbn-i Rebîa, Zeyd İbn-i Sûhân, Süveyd İbn-i Gafele, Abdurrahman İbn-i Yezîd, Rebî İbn-i Huseym, Abdullah İbn-i Utbe İbn-i Mes’ûd gibi yüzlerce fakih, müfessir, muhaddis ve kelam alimleri yetiştirildi. Hanefi mezhebinin temelleri burada atılmış, fıkıh, tefsir ve dilde bir ekol haline gelmişti.
Kufe’ye benzer şekilde, o dönemde inşa edilen Basra ve Fustat gibi şehirlerde de benzer durumlar yaşanıyordu. Fethullah Gülen Hocaefendi, “Düşünce Ufkumuzu Aşan İlim İştiyakı” başlıklı Sonsuz Nur yazısında, Kûfe’deki ilim aşkını nazara vermektedirler:
“Efendimiz’in (SAV) on yıl hizmetinde bulunan şerefli sahabi Enes İbn Mâlik’in azadlısı ve tâbiînin rabbânî, büyük imamlarından Muhammed İbn-i Sîrîn ve bir de kendisi gibi rabbânî ve efendisi Hz. Enes’in adını taşıyan kardeşi Enes İbn-i Sîrîn ... Bu zat diyor ki: “Kûfe ’ye geldiğimde, Kûfe camilerinde hadis derslerine dört bin insanın devam ettiğini gördüm.” Bir şehrin camilerinde dört bin (4.000) talebe hadis okuyor. Aynı şekilde, Şam’da bin beş yüz (1500) insan Ebu’d-Derdâ’nın ilim halkasında... Kûfe’de, Enes İbn Sîrîn’in verdiği bilgiye göre 400 de fakih vardı.
Ne demektir fakih; ve dört yüz fakih? Bugün, bir milyarlık İslâm âleminde 400 fakih yoktur. Fakih, Kitap, Sünnet ve icmayı malzeme olarak kullanıp, dinin emirlerini istinbat (ictihad ve kavrayış yoluyla naslardan hüküm çıkarmak) gücüne sahip olan kimse demektir. Ebû Hanife fakihtir; İmam Ebû Yusuf fakihtir; İmam Muhammed fakihtir; İmam Şafiî fakihtir; İmam Mâlik fakihtir. Bir milyon hadisin hâfızı Ahmed İbn Hanbel hakkında bu tabiri rahat kullanamamışlar. Kullanmayanlardan biri olan Ebû Cafer Taberî, “Ahmed İbn Hanbel fakih değildir.” deyince Hanbelîler evini taşlamışlardı. Ahmed İbn Hanbel, fakihtir veya değildir ama, Taberî’nin bu sözüyle, fakih olmanın keyfiyeti hakkında bize anlattığı bir gerçek var.” (Sonsuz Nur 2)
Kûfe, İslam medeniyetlerine ve ilimlerine dâyelik yapan bir merkez olmasının yanında, aynı zamanda çok kozmopolit bir yapıya da sahipti. Sahabe ve tâbiîn cemaati ile beraber yeni İslâm’a girmiş değişik milletlerin ve kabilelerin ve ayrıca, Yahudi, Hristiyan ve diğer dinlere mensup olan çok sayıda insanların bir arada yaşadığı bir yerdi. Her türlü yapıda ve karakterde insan çeşitliliğine sahip olmasından dolayı siyasi çekişmelerin yaşandığı dönemlerde önemli problemlere de sahne olmuş bir şehirdi.
Hz. Ali’nin ve Hz. Hüseyin’in (R.anhüma) bazı Kûfe’lilerden gördüğü vefasızlıklar sebebiyle, Kûfe şehri anılınca, daha çok vefasızların şehri olarak zihinlerde canlanmaktadır. Halbuki, menfur hadiselerin yaşandığı dönemlerde dahil olmak üzere, Kûfe şehri her zaman, bir ilim ve medeniyet şehri olarak devam etmiş, insanlık ve İslam adına çok büyük hayırlara vesile olmuştur.
Maalesef günümüzde sadece, kozmopolit yapıdan kaynaklanan ve belli bir dönemde gerçekleşen siyasi çekişmeler üzerinden tarih okumalarının yapılması, daha etraflıca ve bütüncül olarak olaylar değerlendirilemediğinden dolayı, Kûfe’de gerçekleştirilen o muazzam işler görülüp anlaşılamamaktadır.
İnşaallah, bir sonraki yazıda bu konuya devam edelim.