İNSANLARIN EKSERİSİ, ŞİRK KOŞMAKSIZIN ALLAH’A İMAN ETMEZLER 18
Üstad Hazretleri Emirdağ Lâhikası’nda “Herkes Allah’ı bilir. Âdi bir adam, bir veli gibi Allah’a iman eder” sözleriyle Risale-i Nur’un yaptığı çok önemli tahşidatı gereksiz göstermek isteyenlere ve anarşi fikirli küfr-ü mutlaka düşmüş bir kısım münafıkların Risale-i Nur’daki iman hakikatlerini kıymetini düşürmek için “Her millet, herkes Allah’ı bilir. Onu, daha yeni ders almaya ihtiyacımız çok yok” demelerine mukabil, hakiki manada “Allah’ı bilmek” hakikatinin ne olduğu ile ilgili önemli tespitlerde bulunmaktadırlar:
ALLAH’I BİLMEK
Allah’ı Bilmek 1: “Halbuki Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî herşey Onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek; ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve Lâ ilâhe illallah kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur.”
Öncelikle Allah’ı bilmek, rububiyetinin bütün kâinatı kuşattığına, atomlardan en büyük gök cisimlerine kadar istisnasız her şeyde tasarruf ettiğine ve O’nun kudretiyle ve iradesiyle meydana geldiklerine, mülkünde ortağı olmadığına ve Allah’a mahsus olan şeyleri mahlukata taksim etmek suretiyle onları ilah edinmemeye iman etmekle ve kalben bunları tasdikle mümkündür.
Allah’ı Bilmek 2: “Yoksa, “Bir Allah var” deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek—hâşâ—hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve herşeyin yanında hâzır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikati onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki mânevî Cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.”
“Allah birdir ve vardır” derken, O’nun mülkünü, icraatını yaratılmış varlıklara, sebeplere veya tabiata vermek, her şeyi bu sebeplerden bilmek, ama O’nun her şeyde görülen iradesini ve ilmini bilmemek, emirlerinden habersiz olmak, sıfatlarını ve gönderdiği peygamberleri bilmemek asla Allah’a iman değildir.
Bazı insanlar, “Allah birdir ve vardır” sözlerini, küfürde mevcut olan manevi cehennem azaplarından kurtulmak veya azabın derecesini hafifletmek için söylemektedirler.
Allah’ı Bilmek 3: “Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır. Evet, kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Hâlik-ı Zülcelâl’i inkâr edemez... Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayd kalır.”
Üçüncü olarak, inkâr etmemek ile iman etmek arasındaki nazara verilmektedir. Aslında, hakiki manada, kainattaki hiçbir şuurlu ve bilinçli varlık kâinattaki her bir şeyin varlığına şehadet ettiği O yaratıcıyı inkâr edememektedirler. Bu gerçekte mümkün olmayan bir şeydir. Ama bunun böyle olması, onların iman ettikleri anlamına da gelmemektedir.
Allah’ı Bilmek 4: “Fakat Ona iman etmek, Kur’ân-ı Azîmüşşânın ders verdiği gibi, O Hâlıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir. Her neyse...”
Gerçek İman, O yaratıcıyı, Kur’ân’da anlatıldığı şekliyle, sıfatlarıyla, isimleriyle ve bütün kâinatın şahitliklerine dayanarak kalben tasdik etmek, elçiler vasıtasıyla gönderilen emirleri bilmek, günah işlediğinde ve bu emirlere uymadığı zamanlarda, kalben tevbe ve pişmanlık duymakla olur. Diğer taraftan, lakayt ve serbest bir şekilde günahları işleyip de bunlardan istiğfar etmemesi ve önemsememesi, o insanın imanda nasibi olmadığına delildir.
İMAN VE İTİKAT PROBLEMLERİ
Yukarıdaki dört madde içerisinde anlatılan hususların bütününü yaşayarak tatbik etmek gerekmektedir. Bu da o kadar kolay bir şey değildir. Sebepler tahtında böyle bir büyük nimete ulaşabilmek için ilimle mücehhez olmaya ve amellerle bunların desteklenmesine ihtiyaç bulunmaktadır. Bu sırra binaen, Üstad Hazretleri mesailerini iman konusuna hasretmişler ve Risale-i Nurlar’da da ağırlıklı olarak bu konular ele alınmışlardır.
Asâ-yı Mûsâ risalesinde “"Risale-i Nur’un erkân-ı imaniye hakkında bu derece kesretli tahşidatı nedendir? 'Bir âmî mü’minin imanı büyük bir velinin imanı gibidir.' diye eski hocalar bize ders vermişler diyor?" sorusuna verilen cevapta taklidî imanın şüpheler karşısında çabuk mağlup olacağını, bazen bir şüphe karşısında dahi kaybedebileceklerini, ama ilmelyakin, aynelyakin ve hakkalyakin derecede tahkikî iman sahiplerinin binlerce şüpheler karşısında bile dayanabileceğini ifade etmektedirler.
Hazreti Üstad aynı yerde, daha önceki asırlarda akla ve mantığa veya keşfe ve zevke dayanarak telif edilen eserlerden farklı olarak, onların pek fevkinde olan Kur’ân’ın mucizeli büyük caddesinin gösterdiği iman hakikatlerini ve kudsi marifetini tefsir eden Risale-i Nurların bin yıldan beri Kur’ân aleyhine ve İslâmiyet ve insaniyyet zararına ve adem (yokluk) alemleri hesabına tahribatçı büyük cereyanlara karşı, Kur’ân ve iman namına mukabele ve müdafaa edebilmesi için sayısız tahşidata ihtiyacı olduğunu ve böylece o sayısız düşmanlara karşı dayanıp, mü’minlerin imanlarının muhafazasına Kur’ân nuruyla vesile olabildiğinden bahsetmektedirler.
Fethullah Gülen Hocaefendi de birçok sohbetlerinde, en büyük problemin iman problemi olduğuna dikkatleri çekmektedirler. Bir hususi sohbetinde, Hizmet insanları da dahil olmak üzere akait (inanç) ile ilgili önemli arızaların var olduğuna vurgu yapmaktadırlar:
“Musibetler zamanında meseleleri değerlendirirken sebeplere hiç değer vermemek, Cenabı Hakk'ın icrasında ise belirleyici rol oynamak lazımdır. Musibet zamanında güçlü iman lazım ki toplanıp dua edebilsinler. İtikatta ciddi zafiyetler var. Olumsuz şeyleri anlatırken bile ümit verici ve metafizik gerilimi arttırıcı olmalı…”
Yaşanan süreçte meydana gelen savrulmalardan da anlaşılmaktadır ki, iman hakikatlerinin anlaşılmasında ve itikatta ciddi problemler mevcuttur. Bu yüzden, Hocaefendi sürekli olarak, temel kaynakların yeni baştan, müzakereli ve analitik bir yaklaşımla ele alınarak okunması gerektiğini vurgulamaktadırlar. Bir hususi sohbetinde bu konuyu şöyle ifade etmektedirler:
“İman hakikatlerinin yeniden ele alınması, etrafının tahkim edilmesi, çapalanması, beslenmesi, havalandırılması, yaşa ve kültüre münasip bir şekilde takdim edilmesi üzerinde titizlikle durulmalıdır.”