Bir önceki yazıda başladığımız, Hazret-i Bediüzzaman’ın Münazarat’ta ele aldıkları ve hizmetlerde koşturan insanların himmetlerini, aşk ve şevklerini kıran ve onları hizmetlerinden alıkoyabilen tehditlerin ve bunların çözüm yollarının günümüz hizmetlerine ve insanlarına bakan yönleri üzerinden devam edelim.
“Sonra da, medeni-i bittab (tabiatı itibarıyla medeni) olduğundan ebnâ-yı cinsinin (diğer insanların) hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya mükellef olan insanın âmâlini (emel ve arzularını) dağıtan fikr-i infiradî (bencillik) ve tasavvur-u şahsî (kendini düşünme) (5) karşı çıkar. Siz de, “hayrunnâsi enfeuhum linnasi” (insanların en hayırlısı onlara en yararlı olanıdır) (5) olan mücahid-i âlî-himmeti mübarezesine çıkarınız.”
Bir diğer tehlike, aslında medeni olarak yaratılmış, başkalarının haklarını ve kendi haklarını da onların içinde araması gereken insanın arzu ve emellerini bundan uzaklaştıran bencillik ve sadece kendini düşünme hastalığına yakalanmadır.
Bunun çaresi ise insanların en hayırlısı onlara faydalı olandır hakikatidir. Yani, onlarla oturup kalkma, onların dertleriyle dertlenme, onların acılarını paylaşma, kendisi için değil de başkaları için yaşama, yani yaşama değil yaşatma hedefine kilitlenme ve hadiste buyurulan “Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen bizden değildir” tehdidine karşı tedbirler almaktır.
Zamanla Hizmet insanlarında da biz artık yeterince hizmet ettik, biraz da kendimiz için çalışalım, biraz da kendimize yatırım yapalım gibi düşünceler belirmeye başlayabilir:
“Daha sonra içtimaî hayata girdiğinde veya çoluk çocuk sahibi olup memuriyet hayatına atıldığında dünyaya karşı bir tama ve tûl-i emel baş gösterir; insan "şunu da edeyim, şunu da işleyeyim, biraz da şuraya bir şey koyayım, şu hususta da bir yatırımım olsun…" gibi düşüncelerle hareket eder ve farkında olmadan aldanıverir.” (İçtimaî Hayatta Dünya-Ahiret Muvazenesi)
Sahabenin içinde böyle düşünceler belirmeye başlayınca ayetle ikaz edilmişlerdir: “Ebû Eyyub el-Ensârî Hazretleri bir cephede düşmanla çarpışırken, kendisini korkusuzca düşman saflarına atan bir yiğide, kendi saflarından bir neferin şöyle dediğini duyar: Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” (2/195) Ebû Eyyub el-Ensârî Hazretleri, bunu duyar duymaz hemen ortaya atılarak şöyle der: “Ey cemaat! Siz bu âyeti yanlış anlıyorsunuz. Bu âyet şu münasebetle nazil olmuştu. Bir vakit biz, etrafımızdaki düşmanları sindirince şöyle düşünmeye başladık: ‘Bizler hicret ettik, Efendimiz (SAV) ile gazvelere katıldık. Ensar olarak bu uğurda mal ve mülkümüzü, hatta her şeyimizi feda ettik. Din yolunda aç ve susuz kaldık. Bu arada da maddeten sefalete dûçar olduk. Şimdi biraz çalışıp kazanalım da bu eski boşluğu dolduralım.’ İşte okuduğunuz âyet bu mülâhazalara cevap mahiyetinde nazil oldu. Sonra devamla âyetin tamamını bu bütünlük içinde okudu: “Ey iman edenler! Allah yolunda her şeyinizi sarf edin ve kendi elinizle, -mallarınızı harcamamak suretiyle- kendinizi tehlikeye atmayın.“
Yine sahabe efendilerimiz diyorlar ki: Daha Kur'ân yeni nazil olmaya başlamıştı. İhtimal bizde bir kasvet oldu ve ülfet bastırdı ki, bu hâlimizden ötürü ikaz sadedinde çok geçmeden Kur'ân'da şu âyet nazil oldu: "İman edenlerin kalblerinin Cenâb-ı Hakk'ı ve O'nun tarafından inen hakikatleri hatırlayarak yumuşayıp saygı ile dirileceği vakit gelmedi mi?" (57/16)
Demek ki, o devirde yaşayan insanlar için dahi, "Biz şu kadar harcadık, âdeta kendimizi feda ettik. Biraz da kendimize bakalım" gibi bir düşünce belirebiliyor. Ancak, onların böyle bir düşünceye kapılmalarının hemen arkasından âyet geliyor ve o düşünce silinip gidiyor. Sanki âyet onlara, "Hayır! Eğer hayatınızın sonuna kadar, dünyada da ahirette de azizler ve fâizûn (kazanmışlar) olarak haşr olmak istiyorsanız, yol budur; canınızı, malınızı, hatta düşünce ve ilim adına neyiniz varsa onu Allah yolunda harcayınız ki, elinizle kendinizi tehlikeye atmış olmayasınız." diyor. Evet, Cenâb-ı Hakk'ın sözünü yanlış anlamamalı ve din uğrunda her şeyimizi harcayıp müesseseler kurmalı, gençliğe sahip çıkmalı, Allah'ın dinine hizmet ettiğimizi, hayatın her karesinde bütün varlığımızla göstermeli ve kendimizi kendi elimizle tehlikeye atmamalıyız.” (İçtimaî Hayatta Dünya-Ahiret Muvazenesi)
“Sonra, başkasının tekâsülünden (üşenme, tembellik) görenek fırsat bulup (6), hücum edip belini kırar. Siz de “Tevekkül etmek isteyenler, sadece Allah’a tevekkül etsinler (başkalarına değil).” (6) (14/12) olan hısn-ı hasini (çok sağlam ve güvenli kale) himmete melce ediniz.”
Bir diğer hastalık ise, başkalarının işlerden el çekmelerine ve tembellik göstermelerine bakarak, “bazıları uzaklaşıyor, bu işlerde tembellik yapıyorlar, kenara çekiliyorlar, o zaman ben de çekilebilirim” diyerek onlar gibi davranmayı normal saymaya başlarlar. “Birçok kimse böyle yaptığına göre bunda bir anormallik yok veya ben tek başıma ne yapabilirim ki” gibi düşünceler hizmet etme düşüncesini baltalarlar.
Böyle durumlarda, yapılacak hizmetlerde başkalarına dayanmaktan vazgeçmeli, sadece Allah’a tevekkül etmeli, O’na (CC) dayanmalı, çokları bu işe destek vermeseler bile O’nun inayet ve keremiyle bu işlerin üstesinden gelebileceğine inanmalı ve hizmetlerine yoğunlaşmalıdırlar.
“Sonra da acz ve nefsin itimatsızlığından neş'et eden ve işi birbirine bırakmak olan (7) düşman-ı gaddar geliyor. Himmetin elini tutup oturtturur. Siz de, “Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar veremez.” (7) (5/105)” olan hakikat-i şâhikayı üzerine çıkarınız. Tâ, o düşmanın eli o himmetin dâmenine yetişmesin.”
Bir diğer hastalık, nefsine güvenememesi ve zayıflığından dolayı ve bu işlerin altından kalkamayacağı düşüncesinden hareketle hizmetleri başkalarına havale eder veya “nasıl olsa onlar bu işi yaparlar, ben bu işlerin hakkını veremem, yapamam” diyerek kenara çekilmektir.
Bunlar, kendi imkânlarının kıtlığına, mücadele ettiklerinin güç ve kuvvetlerine bakarak onlar karşısında hiçbir şanslarının olmadığını düşünürler. Dolayısıyla bunlarla mücadeleden kaçmazsa onlar eliyle birtakım zararlara uğratılacağı korkusu yaşarlar.
İşte bu noktada, ayette ifade edilen “Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar veremez” (5/105) hakikatine sığınmak gerekir. Siz doğru ve hak yolda iseniz, bu çizginizi bozmazsanız kimse size zarar veremez. Sebepler planında zayıf da olsanız, Allah’a dayanma sayesinde, O’nun inayet ve keremiyle bunlar karşısında mağlup olmazsınız ve bir diğer ayette haber verildiği gibi, netice itibarıyla zaaf ve aczinize rağmen siz kazanan taraf olursunuz. (28/83)
“Sonra, umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası olan meylürrahat (rahat etme arzusu) (8) geliyor. Himmeti kaydeder (bağlayıp), zindan-ı sefalete atar. Siz de “Leyse lilinsânî illâ mâ seâ” (İnsan için çalıştığından başkası yoktur) (53/39) (8) olan mücâhid-i âlicenabı o cellâd-ı sehhara gönderiniz. Evet, "Size meşakkatte büyük rahat var. Zira, fıtratı müteheyyiç olan insanın rahatı yalnız sa'y ve cidaldedir."
Bütün zorlukların ve rezilliklerin kaynağı rahat etme arzusudur. Bu hastalığa yakalananlar aşk ve şevkle vazifelerini yerine getiremezler, gerekli çaba ve gayreti gösteremediklerinden dolayı da hep yokluklar ve sefillikler içerisine düşerler.
Ayette talim buyurulduğu gibi, insana sadece çalıştıklarının karşılığı verilmektedir. Fıtratı (doğası, yapısı) bozulmamış olan insanlar çalıştıkları ve bir uğurda mücadele verdikleri zaman ancak rahat edebilirler. İnsan, zahmet ve zorluklar içerse bile, hareket halinde ve aktif olduğu sürece hayattan lezzet alabilmektedir. İnsan nefsi, zahmetsiz, hareketsiz, tembel veya hep istirahat içerisinde bir hayatın onu mutlu edeceği düşüncesi gibi bir yanlış anlayışa sahiptir ve hep buna ulaşmaya çalışır. Fakat, buna ulaşsa bile aradığı mutluluğu elde edememektedir.
Dolayısıyla, hizmetlerinde kararlı ve istikrarlı bir şekilde devam edenler, bazı zorluklar ve zahmetler de yaşasalar, fıtratlarına uygun hareket ettiklerinden dolayı, atalet içerisine düşmüş veya hizmetlerden el etek çekmişlere göre daha fazla lezzet almaktadırlar ve daha da mutludurlar.