İNSANLARIN EKSERİSİ, ŞİRK KOŞMAKSIZIN ALLAH’A İMAN ETMEZLER 17
Daha önceki yazıda, “Hiçbir kimse bir başkasının suçunu veya günahını yüklenmez.” (6/164) ayeti ve “Bilesiniz ki kişi ancak kendi suçundan ötürü cezalandırılır. Baba evladının suçundan, evlat da babanın suçundan dolayı cezalandırılamaz.” hadis-i şerifinden hareketle, başkalarının kusurlarından dolayı birilerine bedel ödettirilmeyeceğini, Allah’ın (celle celâluhu), Anne ve babanın günahlarından dolayı evlatlarına, idarecilerinin kusurlarından dolayı tebaalarına, hocalarının suçlarından dolayı öğrencilerine bir sorumluluk yükleyip, onlar hakkında şakîlik, imansızlık, bedbahtlık, ahlaksızlık vs. gibi takdirlerde bulunmadığından, insanların bu imtihan dünyasındaki iradelerini nasıl kullandıklarına ve tercihlerine göre haklarında takdirler yapıldığını, dolayısıyla kimse hakkında bir adaletsizlik yapılmadığını ve buna binaen insanların, hesap gününde, “falanlar veya falan hadiseler sebebiyle dalalete düşmüştük” deme haklarının olmadığı konusunu ele almıştık.
Bu ifade edilen hususlar, insanlara zulmedenlere, dalalete veya kötü yollara düşmelerine sebebiyet verenlere ya da vazife ve sorumluluklarını yerine getirmeyenlere bir mazeret hakkı vermemektedir. Bu işlere sebebiyet verenler de iradelerini menfi istikamette kullandıkları için sorumludurlar. Burada, kadere suçu atarak mesuliyetten kurtulmak imkânı söz konusu değildir.
Yani, “Biz ne yapalım, bunlar da iradelerini menfi kullandıkları için bunları yaşıyorlar, bunlar başlarına geliyor” denemez. Buna sebebiyet verme ölçüsünde mesul olunacağının farkında olunmalıdır.
Kader Risalesi’nde detaylı olarak ele alınan bu hususu daha önceki ilgili yazılarda ayrıca ele almıştık. Bu eserde, insan iradesinin ve Allah’ın her şeydeki takdirinin yani kader meselesinin dengesinin nasıl olması gerektiği ele alınmakta, insanların cüz-i iradelerini nasıl kullandıklarından hesaba çekilecekleri, hesaptan kurtulmak için kadere başvurulamayacağı, kaderin cüz-i iradelerin nasıl kullanılacağı da hesaba katılarak gerçekleştiği gibi konular ikna edici bir üslupla ele alınmaktadırlar.
Diğer taraftan, zahiren, bazıları veya bazı sebeplerden dolayı dalaletlere, mağduriyetlere veya arzu edilmeyen hallere düşenler de “Bizim ne suçumuz var, onlar ya da bu sebepler olmasaydı biz bu hallere düşmezdik veya içine düştüğümüz mağduriyetlerin sebebi falanlardır, onlar olmasaydı biz de bu mağduriyetleri yaşamazdık”. demeye hakları yoktur.
HERŞEYDEN ÖNCE İNSANIN KENDİSİNİ GÖRÜP FARK ETMESİ
İnsan, her şeyden evvel başına gelen olaylarda en önemli faktörün ve bunların yaşanmasında en önemli etkenin kendisi olduğunun farkına varmalıdır. Bizim iradelerimizi nasıl kullanacağımızı bilen bir Kadir-i Hakim tarafından, iradelerimiz hesaba katılarak hakkımızda takdirler yapılmıştır. Birçok hikmetlere binaen ve Esma-ı Hüsna’nın tecellilerinin gerçekleşmesi için de sebepler ve sonuçlar birbirlerine bağlanmıştır ki buna iktiran denmektedir. Dolayısıyla, o neticelerin asıl illetleri (sebepleri) o sebepler değildirler. O neticelerin vücuda gelmesinde, bu sebepler hakiki müessir (yapan, gerçekleştiren) değillerdir.
Buna binaen, mü’min başına gelen hadiselerde bu sebeplere takılmak yerine, kendi iradesini nasıl kullandığına, tercihlerini nasıl yaptığına, Allah’a olan talep, dua ve isteklerine ve bunlarla beraber o hadiselerdeki görünen ve görünmeyen hikmetlere odaklanmalıdır ki, hadiseleri doğru okuyabilsin, istikameti koruyabilsin, gerekli dersleri alabilsin, o hadiselerin zararlarından kurtulabilsin ve böylece kaybedenlerden olmayıp kazananların safında yerini alabilsin.
Yani, Allah’ın gazabına maruz kalmışlardan, dalalete düşenlerden olmayıp, Allah’ın tam nimetlere mazhar kıldığı peygamberler, sıddîklar, şehitler ve salihler zümresinden olabilsinler.
Bu konuya ışık tutan çok sayıda ayet-i kerime ve hadis-i şerifler vardır ve önceki yazılarda bunlardan bazılarını yazılara konu etmiştik;
“Ey müşrikler! Ne siz, ne de sizin Allah’tan başka ibadet ettikleriniz, -ille de cehenneme girmek isteyen kimseler hariç- Allah’a yönelmek isteyen herhangi bir kulu yoldan çıkaracak bir kuvvete sahip değilsiniz.” (37/161-163)
“(Ey insan!) Sana her gelen iyilik Allah’tandır; başına gelen her kötülük de nefsindendir. (Ey Rasûlüm!) Biz seni insanlara bir elçi olarak gönderdik. Buna şahit olarak Allah yeter.” (4/79))
“Başınıza gelen her musîbet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir, hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder.” (42/30)
(Şeytanlar, Tiranlar ve Zalimler yüzünden mi oldu? , Sizin yüzünüzden bunlar başımıza geldi! Ey Peygamber (Varisleri)! yazılarına bakılabilir)
Allah’ın isimlerinin tecellisi, mahlukatın maruz kaldığı belalardan dolayı O’nun (CC) rahmetinin itham edilmemesi ve daha nice hikmetler için yaratılan sebeplere takılıp da, onları hakiki fail (yapan) görerek şirke düşülmüş olmaktadır.
Bu şekilde hareket edildiğinde, insanlar hep olaylara ve şahıslara takılacaklar, hep onlardan şikayetçi olacaklar ve hadiselerdeki asıl önemli olan kendilerini, iradelerini, yapılan ilahi takdirleri ve bunlardaki hikmetleri göremeyeceklerdir.
Bu da, içine düştükleri durumdan kurtulabilmeleri için yapılması gereken asıl şeylerin ne olduğunun bilinememesini ve anlaşılamamasını netice verecektir. Dolayısıyla, hep yanlış yerlerde çare aranıp, yanlış tedavilere başvurulacak ve bir türlü kurtuluşa ermek mümkün olmayacaktır.
Aynı zamanda, hadiselerdeki hikmetler doğru okunamadığından, yanlış çıkarımlar yapılacak, bu hikmetlerden istifade edilemeyecek, insanın istenen kıvama ve kemale ulaşmasına yönelik gayeler gerçekleşemeyecek ve tam tersine kayıp üstüne kayıplar yaşanacaktır.