Ahmet Kurucan’ın bir gazete yazısında paylaştığı, 2013 yılında Almanya’da “Fethullah Gülen: “Ne düşünüyorum, Neye inanıyorum?” adlı bir kitapta yayınlanan röportajında, Hocaefendi’nin daha önceki yıllarda bu konuda ifade ettikleri fikirlerinin daha derli toplu bir şekilde bir arada ifade edildiğini görüyoruz:
“Geçmiş dönemlerde İslam Hukukçularının verdiği hükümleri itikadi ve siyasi olarak ayırt etmek icap eder. Fukahanın irtidadla alakalı hükmü itikadi değil siyasidir. Zira insanların hür iradesiyle dini seçmesi İslam’ın temel bir esasıdır…
Dünyanın darü’l İslam ve darü’l harb diye ikiye bölündüğü, gayri Müslim bütün unsurların Müslümanlarla savaşa durduğu dönemlerde yapılan içtihadlara göre İslam dininden dönme fiili savaş halinde bulunulan karşı cepheye intikal manasını taşımış ve bu yüzden fukaha bunu itikadi değil siyasi bir suç olarak değerlendirmiştir. Fıkıh kitaplarında irtidadın hudud ve siyer yani İslam Ceza Hukuku ve Devletlerarası Hukuk bölümlerinde ele alınması bunun ispatıdır. İrtidat eden kadınların öldürülmemesi de aynı gerekçeye dayanır; çünkü kadınlar o dönemde savaşlarda savaşçı kategorisinde yerini almaz. Halbuki irtidat etmek itikadi suç ise, suçu işleyenin cinsi kimliği hükme tesir etmemelidir. Aynı şekilde İslam’dan çıkan fakat siyasi muhalefet etmeyen Osman ibn Abdullah’a bir ceza verilmemiştir.”
Öncelikle, mürted ile ilgili hükmün 1995 ve 1996 yıllarında ifade edildiği gibi, işlenen siyasi bir suça dayandığı ifade edilmektedir. Yani, o dönemlerde genellikle irtidat edenler gayri Müslimlerle ittifak edip Müslümanlarla savaşa girdiklerinden, toplum hayatı için birer tehdit haline geldiklerinden dolayı bu cezaya çarptırılmışlardır.
İrtidat konusunun fıkıh kitaplarında ceza ve devletlerarası hukuk bölümlerinde geçmesi, kadınlar savaşçı olmadıkları için bu hükmün kadınlara uygulanmaması ve irtidat ettiği halde ceza uygulanmayanların varlığı bu noktaya delil olarak getirilmektedir.
Aslında, Hocaefendi’nin bu konudaki düşüncelerinin zaman içerisinde bir değişikliğe uğramadığını da bizzat kendisi bu röportajda açıklamaktadırlar. Bu röportajın devamında bu düşüncelerini 1970’li yıllarda Bornova camiinde yaptığı sohbetlerde ve 1996 yılında Eyyüp Can’a verdiği röportajında da ifade ettiklerine çok net bir şekilde vurgu yapmaktadırlar:
“Buradan anlaşılan şudur -ki Bornova camiinde verdiğim cevapta irtidat ‘akde muhalefet, sistemin muhafazası’ sözleriyle bunu vurgulamaya çalışmıştım- fukaha irtidatı itikadi değil siyasi bir suç olarak görmüş ve suç unsurunun mahiyetine göre ölüme kadar uzanan cezai yaptırımlara konu etmiştir. Bir başka ifadeyle fukaha siyasi suç olarak değerlendirdiği irtidadı ‘vatana ihanet’ gibi algılamıştır. Herkesin bildiği gibi vatana ihanet suçu hemen her hukuk sisteminde en ağır cezai müeyyidelere konu olmuştur. Bugün bile ölüm cezasının var olduğu birçok ülkede vatana ihanet ölümle, olmayan ülkelerde de bilebildiğim kadarıyla müebbet hapisle cezalandırılır.”
Hocaefendi ayrıca, İslâm’da din özgürlüğünün temel hak ve hürriyetlerden olduğuna, Kur’an ve Efendimizin (sas) beyan ve tatbikatlarının da bu istikamette gerçekleştiğine ısrarla vurgu yapmaktadırlar:
“İtikadi açıdan meseleye bakacak olursak; Kur’an ve Efendimizin (SAV) beyan ve tatbikatlarına göre fertler herhangi bir dine inanma veya inanmamada özgürdür. İstedikleri dine girebilir, istedikleri zaman da çıkabilirler. Nitekim bunu Eyüp Can’a 1997 yılında vermiş olduğum bir röportajda şöyle ifade etmiştim: “Bu arada demokratik bir anlayışla isteyen insan Müslüman olur, isteyen şamanist kalır, isteyen sizin duygu ve düşüncenizi tercih eder, isteyen başkasını tercih eder…
Ortada hukuken suç unsuru olmadığı takdirde mücerred manada bir dine girmek veya çıkmak dünyevi bir yaptırımın konusu değildir İslam’a göre. ‘Dileyen iman etsin dileyen etmesin’, ‘dinde zorlama yoktur’ ayetleri iman etme veya etmemenin kişinin hür iradesine bırakıldığının teminatıdır. Efendimizin de (SAV) hayatı boyunca muhataplarını iman etmeleri için herhangi bir zorlamada bulunmaması bunun en büyük şahididir.
Zaten aksi bir durum yani İslam’a girmek isteyene kapıları açıp, çıkmak isteyene ölüm cezası ile tehdit etmek hem çifte standart hem de toplumda iki yüzlü münafıkların üremesine neden olurdu. Bu türlü bir yaklaşım toplumda çoğulculuğu öldüren, totaliter bir zihniyetin hükümferma olması demektir ki bu İslam’ın idari sistem adına ortaya koyduğu prensip ve sahih uygulamalara muhaliftir…
Şunu unutmamak lazım; din özgürlüğü temel hak ve hürriyetlerdendir. Bu hürriyetlere saygı duymak saygının gerektirdiği sorumlulukları yerine getirmekle mümkündür. İslam’a göre herkesi kendi konumunda kabul etmek; kanun önünde herkesin eşit vatandaşlar olarak hak ve özgürlükleri, başkalarının hak ve özgürlüklerine tecavüz etmemek kaydıyla yaşayabilmesini temin etmek; belli bir inanç sistemi veya hayat tarzını politik yollarla empoze etmemek ve hiç kimseyi etnik, kültürel, dini ve benzeri sebeplerle hor ve hakir görüp ayrımcılığa tabi tutmamak şarttır.”
“Dileyen iman etsin dileyen etmesin”, “dinde zorlama yoktur” gibi ayetler iman edip etmeme hususunu insanların hür iradeleriyle yapmaları gereken bir konu olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, toplum ve devlet hayatını tehdit edici boyutlara varmayan (siyasi olmayan) dini tercihlere ölüm cezasının uygulanması toplumda münafıklar üretecek ve baskıya dayanan, toplumlarda tek tip insana izin veren totaliter yapıların ortaya çıkmasına neden olacaktır.
Yüksel Çayıroğlu “İnsan hakları bağlamında irtidat” başlıklı yazısında, detaylı bir şekilde bu yaklaşımları, farklılıkları çok güzel bir şekilde ele almaktadırlar. Konuyu daha derinlemesine görebilmek için ayrıca bu makaleye başvurulmasını tavsiye ederim.
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.