İSLÂMİ HÜKÜMLERDEKİ TAM İSABET 4
Önceki yazıda, M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, "Mürtedin hakk-ı hayatı yoktur" hükmünün fıkıh alimlerinin büyük kısmı tarafından itikadi bir suça verilen bir ceza olarak değil de siyasi bir suça verilen bir ceza olarak kabul edildiği ile ilgili önemli tespitlerini ele almıştık.
Ali Bulaç’ın irtidat ve mürtedler konusunu çok detaylı ele aldığı yazı serisinden, bir hadisi şerifte geçen “…dininden dönüp cemaatten ayrılan kişi..” ibaresinin bu noktaya delil olarak getirildiği
"İrtidatla ilgili hadisler ve Hz. Peygamberin tatbikatı 5" başlıklı yazısında da bu tespitlerin doğruluğu delilleriyle beraber ortaya konmaktadır.
Siyasi suça verilen bu ağır ceza hükmünün, dinden dönen insanların toplumun ve devletin bekasına birer tehdit haline gelmeleri durumunda uygulanması gerektiği, bazı devirlerde bu hükmün aynen uygulandığı, bazı devirlerde bu cezanın şeklinin devleti yönetenler tarafından farklı şekillerde uygulandığı, bazı devirlerde ise bu cezanın umumi olduğu düşünülerek yanlış uygulamalar yapıldığı anlaşılmaktadır.
Bu yazıda ise bu suça neden bu kadar ağır cezalar verildiğinin hikmetlerini anlamaya çalışalım. Tarihde din değiştirenlere karşı verilen ağır cezaların arkasındaki hikmetleri hem Hazreti Bediüzzaman hem de M. Fethullah Gülen Hocaefendi eserlerinde açıklamaktadırlar. Bu açıklamalar önceki tespitlerle çakışmamaktadırlar. Bu açıklamalarda, siyasi bir suç kapsamında olan irtidat olayına dair hikmetler nazara verilmektedir.
Bu hususun temellendirilmesinde 2 ana husus karşımıza çıkmaktadır. Birincisi, toplum hayatına büyük zararlar verebilme durumları iken, ikincisi topluma, devlete ve dine düşman olanlar ile ittifak ederek hain durumuna düşebilmeleri durumudur. Üstad Hazretleri, kıymetli şeylerdeki bozulmanın adi şeylerin bozulmasından daha kötü olduğunu Onüçüncü Lem’a’da ele almaktadırlar: “Mâlumdur ki, kıymetli bir şey bozulunca, adi bir şeyin bozulmuş halinden daha kötu olur. Mesela, nasıl ki süt ve yoğurt bozulsa yine de yenilebilir. Fakat yağ bozulsa yenilmez, bazen zehir gibi olur.
Aynen öyle de, mahlukatın en şereflisi, en kıymetlisi olan insan bozulursa, bozulmuş hayvandan daha aşağı düşer. Kokuşmuş maddelerin kokusundan lezzet duyan haşerat ve ısırıp zehirlemekten lezzet alan yılanlar gibi, dalalet bataklığındaki şerlerden ve bozuk ahlaktan lezzet duyar, onlarla övünür, zulmün karanlığındaki zararlardan ve cinayetlerden zevk alır, adeta şeytanın mahiyetine bürünür. Evet, cinni şeytanların varlığına açık bir delil, insan kılığındaki şeytanların varlığıdır.”
On Yedinci Lem’a’da ise İslâm dininden çıkan bir insanın vicdanının tamamen bozulması ve bir zehir haline gelebilmesinden bahsedilmektedir: “Dikkat et, bu milletin bir kısmının dinle bağları kopmasın! Eğer böyle ahmakça, körü körüne, topuzların altında dinden bağları koparsa, o dinsizler öldürücü bir zehir hükmüne geçip toplum hayatına zarar verir. Çünkü dinden çıkan bir kimsenin vicdanı tamamen bozulur ve o insan toplum hayatı için bir zehir olur. Bu yüzden usul ilmindeki, "Dinden çıkanın hayat hakkı yoktur. Kafirin ise eğer anlaşma ile İslam ülkesinde yaşaması kabul edilmiş olursa veya barış içinde yaşarsa hayat hakkı vardır." hükmü, dinin bir kanunudur. Hem Hanefi Mezhebi’nde, anlaşma ile İslam ülkesinde yaşaması kabul edilmiş, hayat hakkı korunan bir kafirin şahitliği makbuldür. Fakat Müslümanlıktan çıkan bir fasığın şahitliği kabul edilmez; çünkü o, haindir.”
Diğer din mensuplarının hakkı hayatları vardır. Ama Müslüman irtidat ettiği zaman artık hiçbir hukuki, ahlaki değer kabul etmemektedir. Çünkü, daha iyi bir değerler sistemi mevcut değildir. Müslümanın fasıkı başka fasıklara benzemez. Hele bir de itikadi irtidat söz konusu ise, çok zararlı bir hale gelebilmektedirler.Hazret-i Bediüzzaman Yirmi Dokuzuncu Mektup’ta, Müslümanların bozulmaları anlamına gelen dinden çıkmalarının, diğer dinden çıkanlarla kıyas edilmelerinin yanlış olacağı ve bir Müslüman bozulduğu zaman, yağın bozulduğunda zehir olmasına benzer şekilde, toplum için bir zehir haline gelebildiğinden bahsetmektedirler: “Hem İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman, İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez. Belki Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemâlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa, musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakkı bir cihette tasdik edebilir.”
On Üçüncü Söz’de aynı mesele şöyle ifade edilmektedir: “Böyle bir insan yabancı dinsizler gibi de olamaz. Çünkü onlar, Hazreti Peygamber’i (aleyhissalâtü vesselam) inkâr etseler, diğer peygamberleri tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler, Allah’ı tanıyabilirler. Allah’ı bilmeseler de kemâl vasıfları kazanmaya vesile olacak bazı güzel hasletlere sahip bulunabilirler. Fakat bir Müslüman, hem peygamberleri hem Rabbini hem de bütün üstün meziyetleri, Muhammed-i Arabî (aleyhissalâtü vesselam) vasıtasıyla bilir. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan, artık hiçbir peygamberi de Allah’ı da tanımaz ve ruhunda kemâl vasıflarını muhafaza edecek hiçbir esası bilemez.
Çünkü peygamberlerin sonuncusu, en büyüğü, dini ve daveti bütün insanlığa bakan, mucizeleri ve diniyle peygamberlerin en üstünü olan ve beşeriyete bütün hakikatlerde üstadlık edip bunu on dört asırda parlak bir surette ispatlayan, insanlığın iftihar kaynağı bir zâtın terbiyesinin esaslarını ve dininin kanunlarını terk eden, elbette, hiçbir şekilde bir nur, bir kemâl bulamaz. Mutlak bir düşüşe mahkûmdur.”
Yirmi Dördüncü Söz’de, bu husus bir misal vasıtasıyla açıklanmaktadır: “Mesela, bir saray farz edelim; sarayın büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lambası bulunsun. Ona bağlı küçük küçük lambalar, sarayın küçük odalarına dağıtılmış olsun. Şimdi, biri o büyük elektrik lambasının düğmesini çevirip ışığı kapasa bütün odalar derin bir karanlık içinde kalır. Başka bir sarayda ise her odada, büyük elektrik lambasına bağlı olmayan küçük lambalar bulunsun. O sarayın sahibi büyük elektrik lambasını kapasa diğer odalarda ışık yanmaya devam eder, onlarla işini görebilir. Hırsızlar da bundan istifade edemezler.
İşte ey nefsim! Birinci saray, bir Müslümandır. Hazreti Peygamber (aleyhissalâtü vesselam) onun kalbinde o büyük elektrik lambasıdır. Eğer bir Müslüman onu unutsa, –Allah korusun– kalbinden çıkarsa artık hiçbir peygamberi kabul edemez. Belki ruhunda hiçbir kemâl vasfına yer kalmaz. Hatta Rabbini de tanımaz… Halbuki Müslüman olmayanlar o ikinci saraya benzer. Hazreti Peygamber’in (aleyhissalâtü vesselam) nurunu kalblerinden çıkarsalar da içlerinde kendilerince bazı nurlar kalabilir veya öyle zannederler…” Dolayısıyla, diğer dinlerden çıkan insanlar bazı insani değerlere sahip olarak yaşamak imkânına sahip iken, gerçek İslâm’i değerler ve güzelliklerle tanışmış bir Müslüman dinini terk ettiğinde böyle bir şey mümkün değildir.
Hocaefendi,
"Asrın Getirdiği Tereddütler-4” kitabındaki (1992) "Dinde Zorlama Yoktur" Âyetini İzah Eder misiniz? başlıklı yazısında, bu tarz hükümlerin, serbest iradeleriyle dine girenlere ait olduğunu, bu hükümleri kabul ederek İslâm’a girdiklerini ifade etmektedirler.
“Bu kabîl dinin caydırıcı bazı hükümleri, hiçbir zaman dinde zorlama değildir ve sayılmamalıdır da. Bu gibi hükümler, serbest iradeleriyle dine girenlere aittir ki, onlar da zaten bu hükümleri kabul etmekle İslâm’a girmişlerdir. Meselâ, bir insan, İslâm dininden irtidat ederse ona mürted denir ve verilen süre içinde tevbe etmezse öldürülür. Bu tamamen daha önce yapılmış bir akde muhalefetin cezasıdır. Ve tamamen sistemin muhafazasıyla alâkalıdır. Devlet, belli bir sistemle idare edilir. Her ferdin hevesi esas alınacak olursa devlet idaresinden söz etmek mümkün olmaz. Onun içindir ki bütün Müslümanların hukukunu muhafaza bakımından, İslâm, mürtede hayat hakkı tanımamıştır.”
Ayrıca, genelde dinden dönenlerin toplumdan tecrid edilerek hapsedildiklerine, şüphelerinin giderilmesine ve aynı zamanda bu küfürlerinin toplumdaki diğer fertlere sirayet etmemesine çalışıldığını ve bunun da normal karşılanması gerektiğini söylemektedirler. Ayrıca çoğu zaman bu dinden dönenlere dokunulmadığını ve nazar-ı müsamaha ile karşılandıkları dönemlerin de bulunduğu da ayrıca belirtilmektedir.
Bediüzzaman Hazretleri ve Hocaefendi (önceki yazılardaki konuyla ilgili açıklamalara da bakılabilir) her ikisi de mürdetlerin topluma verecekleri büyük zararlara ve hatta devleti yıkma noktasına getirebilecek bir takım potansiyel tehlikelere ve bu tehlikelerin söz konusu olduğu durumlarda bu zararları bertaraf etmeye yönelik cezaların takdir edildiğine dikkat çekmektedirler.
Ali Bulaç’ın Hazret-i Bediüzzaman’ın görüşlerini de ele aldığı
"Ölüm Cezasından Yana Olanlar" başlıklı yazısında da aynı tespitin yapıldığını görüyoruz: “Bu gerekçe bize gösteriyor ki, Said Nursi için irtidat bireysel bir inanç değişikliğinden çok toplumsal hayata, barışa getireceği zararlar önem kazanmaktadır. Mefhum-u muhaliften hareket edecek olursak, eğer mürtede ağır cezalar takdir edilmişse, bunun gerekçesi toplumsal barış, huzur, uyum ve güvenliğin tehdit altına girmesidir.”
Diğer taraftan, günümüzde, İslam’ın hakiki manada yaşandığı ve temsil edildiği, İslam’ın kurallarının tam anlamıyla uygulandığı bir devlet ve coğrafya bulunmadığından, bu hüküm ile ilgili hususlar hakkında bir gündem söz konusu değildir. Ayrıca, yeterince İslâm’ın tam temsili ve hakiki manada yaşayan insanlar olmadığından ve İslâm bütün güzellikleriyle bilinmediğinden ve hatta yanlış bilindiğinden dolayı İslâm’dan dönenler için -ister itikâdi ister siyasi olsun- yukarıda ifade edilen hususlar geçerli değillerdir.