İNSANLARIN EKSERİSİ, ŞİRK KOŞMAKSIZIN ALLAH’A İMAN ETMEZLER 6
“Muhammed'in hayatı kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki…" kasemi nebevisinden hareketle O’nun (aleyhissalâtü vesselâm) nefsinin de kendi kendine malik olmadığı, yaptıklarında serbest hareket edemediği ve hareketlerinde küll-i iradeye bağlı bulunduğu açıkça anlaşılmaktadır. “Eşhedü enne Muhammeden abdühu ve rasûluhu” da geçen “abdühu” kelimesiyle de buna işaret edilmektedir. Her şeyden önce, O’da (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir kuldur.
Cennet’e sadece Allah’ın lütfu ile girileceğini beyan eden Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Sen de mi ey Allah’ın Rasûlü?” diye sorulunca “Evet, Allah’ın fazlı ve rahmeti olmazsa, beni sarıp sarmalamazsa, ben de cennete giremem!” diye cevaplamışlardır. Hazret-i Peygamber de (aleyhissalâtü vesselâm) bu hususta istisna edilmemiştir.
Bu hususlar Kur’an’da geçen ayetlerle de ders verilmektedir. Enfal suresinde geçen “Siz savaşta onları kendi kuvvetinizle öldürmediniz, lâkin Allah öldürdü. (Ey Resulüm) Attığın vakit sen atmadın, lâkin Allah attı. Ve bunu, Allah müminleri güzel bir imtihana tâbi tutmak için yaptı. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitir ve bilir. (8/17)” ayetinde, aralarındaki iktirana (iki şeyin beraber vücuda gelmeleri veya beraber bulunmaları) bakarak, Allah’ın icraatlarının kullarına mal edilmemesi gerektiği hususu, Allah rasûlü (aleyhissalâtü vesselâm) üzerinden verilen bir örnekle gösterilmektedir.
Bedir savaşında, Cibril-i Emin (aleyhisselâm) gelmiş ve Allah Rasûlü’ne (aleyhissalâtü vesselâm) "Bir avuç toprak al, onlara doğru at." demiş ve O’da (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir avuç toprağı eline alarak müşriklere doğru "yüzleri kurusun!" diyerek fırlatmışlar ve bu toprak kafirlerin gözlerine isabet etmiştir. Neticede savaş kazanılmış, bazıları " böyle vurdum, böyle kestim, şöyle esir aldım, yaptım, ettim" gibi sözlerle konuşunca bu ayet indirilmiştir.
Elmalılı Hamdi Yazır Hazretleri bu ayetin tefsirinde önemli tespitler yapmaktadırlar: “Yani siz iftihar edip övünüyorsunuz, ama şunu iyi bilmelisiniz ki, onları sırf kendi gücünüzle yenmediniz, onları siz değil, Allah öldürdü. Ve attığın vakit de sen atmadın ya Muhammed! Bir remiy, bir atış şeklinde bir iş yaptığın vakit, düşmanlara isabet eden ve etkileyen, hepsinin gözlerine batan o atışı sen atmadın, o atışın dış görünüşü senin idi, ama sonuçlarını ve etkisini sen yapmadın ve lâkin Allah attı. Zira sana at! emrini veren O idi, o attığın şeyi hedefine isabet ettiren, gayesine erdiren ve düşmanı bozguna uğratıp, sizi tepesine bindiren ve galip getiren O idi.
Eğer atanla atılan merminin içyüzü hesaba katılmayacak olursa, bütün şan ve şeref, düşmanın boynuna inen bir kılıcın veya damarına saplanan okun veya gözüne batan çakıl taşının olması gerekir, o zaman da size hiçbir şeref hissesi kalmaz. Fakat şeref ne kınında duran kılıcın, ne de yerindeki çakılındır. İşte o kılıcın, okun ve çakılın gazilere karşı durumu ne ise, gazilerin de Allah'a karşı durumu ondan da aşağılardadır. Çünkü onlar Allah'ın emrinde ve hizmetindedir. Binaenaleyh gaziler bilmelidirler ki, hakikatte kendilerinin hiçbir hakları yoktur, büyüklük taslayıp böbürlenmeleri de yersizdir. Bütün bunları yapan ve yaratan Allah'tır. Buradan hareketle bunu vahdet-i vücud görüşüne delil olarak kullanmaya gerek yoktur, böyle bir vehme saplanmak da doğru değildir. Bunda vahdet-i vücud veya ittihat değil, fiillerin yaratılışı, görünüşteki etkilerinin ötesinde ve üstünde olan gizli ve hakiki etkinin ispatı ve gerçek etken olan Allah'ın gücü ve kuvveti söz konusudur.
Aslında ortada atan ve atılan, gazi olan ve ölen yok değil, ancak bütün bunların üstünde mutlak kudret sahibinin emrinin ve iradesinin geçerliliği vardır. Aslında bunların hiçbiri tek tek veya hepsi birden Allah değildir. Fakat hepsinin varlığı üzerinde yegâne etki gücüne sahip, hepsi üzerinde hükümran bir Allah vardır ki, bütün sebepler ve amiller, gizli ve açık tesirler ve bunların sonuçları netice itibariyle O'nun hükmü altındadır.”
MİNNET KİMİN HAKKIDIR?
Fethullah Gülen Hocaefendi
MİNNET başlıklı Kırık Testi’de minnetin anlamları hakkında şu bilgiyi paylaşmaktadırlar: “Minnet kelimesi, Allah’a ve insanlara nispet edilmesine göre farklı mânâlara gelmektedir.
Allah’a nispet edildiğinde; O’nun bütün varlıklara olan nâmütenâhî (sonsuz ve sınırsız) lütuf ve nimetleri, ikram ve ihsanları şeklinde anlaşılmıştır.
İnsanlara nispet edildiğinde ise “minnet” kelimesinin bir menfî bir de müspet anlamı söz konusudur. Menfî anlamda minnet; bir kimsenin yaptığı iyiliği başa kakması, sayıp dökmesi, iyilikte bulunduğu kimseden karşılık beklemesi… gibi olumsuz tavır ve davranışları ihtiva eder. Müspet mânâda ise Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz nimet ve lütufları karşısında insanların O’na olan hamd ü senâ ve şükran duygularını ifade için kullanılır.”
Buradaki minnetin müspet manası “İslâm’a girmelerini sana minnet ediyorlar. Onlara de ki: Müslümanlığınızı bana minnet etmeyin. Eğer gerçekten iman etmiş, iman şuuruna ermiş iseniz bilmelisiniz ki, sizi iman yoluna sevk ettiğinden dolayı, asıl Allah size minnet eder!” (49/17)” ayetinde görülmektedir.
Bu ayet için, Hocaefendi “her mü’min bu âyet-i kerimeyi sürekli boynuna asılı duran bir ferman-ı ilâhî gibi düşünmeli ve Hak karşısındaki konum ve duruşunu ayarlamak için sık sık ona bakmalıdır.” diyerek önemli bir uyarıdan bulunduktan sonra şu önemli tespitleri yapmaktadırlar:
“Çünkü O Allah’tır (celle celâluhu). Her şeyin mutlak ve yegâne malikidir. Dolayısıyla minnet O’na aittir ve O’nun hakkıdır. Bu âyetle Allah sanki bize şu hususları hatırlatmaktadır: “Ben size yoktan var etmedim mi? Varlığınız Benim vücudumun gölgesinin gölgesi değil mi? Size verilen izafî sıfatlar vahid-i kıyasî olarak Benim varlığımı ve sıfatlarımı göstermek için size verilmiş değil mi? Ben size imanı lütfetmedim mi? Biliyorsunuz ki eğer iman meşalesini içinizde yakmasaydım, ne âfâkî ne de enfüsî tefekkürünüz onu size kazandıramazdı! Ben sizi İslâm’ın yaşandığı bir ortamda yaratmadım mı? Sizi mütedeyyin bir ailenin vesayetinde dünyaya getirmedim mi? Din-i mübîn-i İslâm’a hizmet yoluna sizi sevk etmedim mi!”
Evet, bütün bunlar bize sorulabilir. Zira bir âyet-i kerimede, “Tutun onları, çünkü onlar sigaya çekilecekler.”( 37/24) denilirken, başka bir âyette “Sonra o gün bütün nimetlerden hesaba çekileceksiniz.”( 102/8 ) buyuruluyor. Yani hayat, iman, İslâm, içinde neş’et ettiğimiz ortam… vs. maddî-mânevî bütün lütuf ve nimetlerden sorguya çekileceğimiz bize bildiriliyor. İşte üzerimizde nâmütenâhî nimetleri bulunduğundan dolayı Zât-ı Ulûhiyet’in bize karşı minneti vardır ve elbette ki bu minnet O’nun hakkıdır.
Değişik vesilelerle –biraz da espriye benzer bir mülâhazayla ifade ettiğim gibi, Cenâb-ı Hak bize: “Bana ait şeyleri bir kenara koyun da kendi kimliğiniz adına Bana bir tekmil verin!” diyecek olsa, neyin geriye kalacağını hiç düşündünüz mü acaba? Nasıl “ben” diyeceksiniz orada. Her şey Allah’tan olduğuna göre “ben” dediğiniz şey nedir? İşte bütün bunları teemmül edip Cenâb-ı Hakk’ın üzerimizdeki sayısız lütuf ve ihsanlarını görünce, O’na karşı hamd ü senâ hisleriyle dolup “Minnet ve şükran O’nadır.” diyoruz. Bu, minnetin olumlu mânâsıdır.”
Fethullah Gülen Hocaefendi minnetin olumsuz manasını ise şöyle açıklamaktadırlar: “Gerek açık bir şekilde, gerekse ima ve işaret yoluyla kapalı bir biçimde, yapılan iyilikleri ifade etme, sayıp dökme, başa kakma ve böylece iyilik yapılan kimseyi manen ezme, ona eza ve cefada bulunma demektir. Bu mânâyla alâkalı da Kur’ân-ı Kerim’deki şu âyet-i kerimeyi hatırlayabiliriz: “Ey iman edenler! Sadakat nişanesi olan sadakalarınızı –zekât da buna dâhildir– insanların başına kakmak suretiyle o işi yapmamış gibi bir duruma düşmekten sakının.” (2/264) …
Açıkça görüldüğü üzere bu mânâdaki minnet, yapılan iyiliği alıp götüren, zararlı, haram kılınmış memnu’ bir minnettir. Çünkü “Kendilerine ihsan ettiğimiz nimetlerden hayır yolunda harcarlar.” (2/3) âyetiyle de ifade buyrulduğu gibi, esasen biz başka değil, Allah’ın bize verdiklerini veriyoruz. Buna göre biz sadece bir aracı, emanetçi, tevzi (dağıtım) memuru konumundayız.”
İnşaallah bir sonraki yazıda bu konuya devam edelim.