SAHABEYİ ANLAMAK VE ONLARA YAPILAN SALDIRILAR 7
Allah Rasûlü’nün (aleyhi ekmelüttehaya) vefatından sonra, Sünnet’i seniyyenin sonraki nesillere aktarılması çok güzide bir topluluk olan sahabeler tarafından gerçekleştirilmiştir. Kur’an da Sünnet de aynı kaynaklardan, güvenilirlikleri, doğrulukları müsellem ve tescil edilmiş sahabe efendilerimiz (radıyallahu anhüm) üzerinden bizlere ulaşmıştır.
Sahabe-i kiram, Kurân ve Allah Rasûlü ile ümmet-i Muhammed’i birleştirip buluşturan en duru, en saf, en temiz, en güvenilir ve en sağlam kanallar olmuşlardır. Ashab-ı kiram efendilerimiz İslam binasının temel sütunları derecesindedirler.
Ehl-i Sünnet ulemasınca onların her biri müçtehit olarak kabul edilmişlerdir…
Bediüzzaman Hazretleri, bunun sebebini Yirmi Yedinci Söz’de şöyle açıklamaktadırlar: “İçtihadda, yâni istinbat-ı ahkâmda, yâni Cenâb-ı Hakk’ın marziyâtını kelâmından anlamakta, sahabelere yetişilmez. Çünkü; o zamandaki o büyük inkılâb-ı ilâhî, marziyât-ı rabbâniyeyi ve ahkâm-ı ilâhiyeyi anlamak üzere dönerdi. Bütün ezhan, istinbat-ı ahkâma müteveccih idi. Bütün kalbler, “Rabbimizin bizden istediği nedir!” diye merak ederdi. Ahvâl-i zaman, bu hâli işmam ve ihsas edecek bir tarzda cereyan ediyordu. Muhaverat, bu mânâları tazammun ederek vuku buluyordu.
İşte bunun için her şey ve her hâl ve muhavereler ve sohbetler ve hikâyeler, bütün o mânâları bir derece ders verecek bir tarzda cereyan ettiğinden; sahabenin istidadını tekmil ve fikirlerini tenvir ettiğinden; içtihad ve istinbatta istidadı, kibrit derecesinde nurlanmaya hazır olduğundan; bir günde veya bir ayda kazandığı mertebe-i istinbat ve içtihadı, o sahabenin derece-i zekâvetinde ve istidadında olan bir adam, şu zamanda on senede, belki yüz senede kazanmayacaktır.”
Onlar (radıyallahu anhüm), bütün günlerini, Rabbimizin rızası ve isteklerinin ve ilahi hükümlerin neler olduğunu anlama gayreti içerisinde geçiriyorlardı. Gündemleri ve sohbetleri bu gayeye yönelik olarak gerçekleşiyordu. Bu durum, sahabe-i kiramın fıtratlarındaki duruluk ve yüce ahlaki vasıflarıyla da birleşince, Onlardaki içtihad yapma ve hüküm çıkarma kabiliyetleri, kibritin en küçük bir kıvılcımla ateşlenmesinde olduğu gibi, çok kısa bir zaman içerisinde inkişaf edip parlıyordu.
Kur’an’ı en mükemmel anlayan ve uygulayan Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Allah Rasûlü’nü en mükemmel anlayan ve bunları hayatlarında en iyi uygulayan başta Hulefa-i Râşidîn efendilerimiz olmak üzere Sahabe efendilerimizdir (radıyallahu anhüm).
Hocaefendi,
Peygamber Yolu başlıklı yazısında bu konuyu şöyle detaylandırmaktadırlar: “Hiç şüphesiz Peygamber yolunu en doğru anlayan ve en güzel şekilde temsil edenler Raşit Halifeler olmuştur. Müslümanlık en duru şekliyle arızasız olarak onlar tarafından temsil edilmiştir. Onun içindir ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Benim ve Râşit Halifeler’in (Benden sonra Benim yolumu, rüşd ve istikamet yolunu takip edenlerin) yolunu yol edinin. Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun.” sözleriyle mü’minleri hem kendi Sünnetine tâbi olmaya hem de Raşit Halifelerin yolundan gitmeye çağırmıştır…
Başka bir hadislerinde ise Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), Sahabe efendilerimizin kıymetini, “En hayırlılarınız benim çağımda yaşayanlardır. Sonra onu takip edenler (tâbiîn), sonra da onları takip edenler (tebe-i tâbiîn) gelir.” sözüyle ifade etmiştir. Eğer siz asırların en hayırlısında yaşayan insanları görmez ve onların yoluna tâbi olmazsanız, Peygamber yolunu doğru anlayamazsınız. Müslümanlığın doğru anlaşılıp doğru yorumlanmasının yolu, bu büyük zatların bu konudaki anlayışlarına müracaat etmek ve arızasız temsillerine bağlı kalmaktan geçer. Bu açıdan Raşit Halifelerin, Ehl-i Beyt’in ve ayırım yapmaksızın bütün Sahabe-i Kiram’ın sevdirilmesi ve onların yolunun nazara verilmesi çağımızın mürşitleri ve inanan insanları için çok önemli bir vazifedir.”
Hocaefendi “Kur’an’ın Altın İklimi” kitabında ashab-ı kiram ve tâbiûn efendilerimizin Ku’an’la nasıl bütünlüşteklerini şöyle anlatmaktadırlar: “Nebilerden sonra bizim için uyulması gereken en önemli insanlar sahabe efendilerimizdir. Çünkü onlar, oturan-kalkan, gezen-uyuyan canlı birer Kur’ân gibiydiler. Onların her hâl, her tavır ve her davranışlarında Kur’ân nümâyândı. Herbiri tepeden tırnağa âdeta Kur’ân olmuştu. Evet, onların her hâlleri Kur’ân’dı. Onlar ve onlardan sonra gelen tâbiûn hazerâtı, gönül ve kafalarını o denli Kur’ân’a vermişlerdi ki, hayatları da bütünüyle Kur’ân’ın temsilinden ibaret olmuştu.. öyle ki, o aydınlık çağda ümmî hiçbir insan kalmamıştı da sabanın kuyruğundan tutup çiftçilik yapan kimseler dahi, Kur’ân’a ait hükümleri çok rahatlıkla münakaşa edebiliyor ve normal sohbetlerinde bile ilmî en derin meselelerin müzakeresini yapabiliyorlardı.
Sahabeler ve müçtehidîn-i izâm…
Hususan, sahabeden ilimde önde olanlar, tabiinden binlerce alimlerin yetişmesine vesile olmuşlardır. Hz. Ömer tarafından bu amaçla “Ben size Abdullah İbn-i Mes’ûd’u göndermekle sizi nefsime tercih ettim.” diyerek Kufe’ye gönderdiği Abdullah ibn-i Mesud Hazretleri (radıyallâhu anhüma) sayıları yüzlere baliğ olan fakih, müfessir, muhaddis ve kurraların bulunduğu dört bin civarında talebe yetiştirmiştir.
Daha sonra gelen müçtehidîn-i izâm, Rasûl-ü Ekrem’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bu beyanlarına ve uygulamalarına ve O’nu en iyi anlayıp bunu hayatlarına yansıtan sahabelerin tatbikatlarına bakarak “Kur’an’da Allah (celle celâluhu) ne demek istiyor, marziyat-ı ilahi nedir?” sorusuna cevap aramışlar ve bu hususta çok güçlü ve sistematik bir metodoloji ortaya koyabilmişler ve çok başarılı fıkıh ekolleri geliştirebilmişlerdir.
Hocaefendi, aynı yazıda müçtehidîn-i izâmın bu önemli rolüne vurgu yapmaktadırlar: “Sahabeden sonra ise Peygamber yolunun en güzel temsilcileri mezhep imamları başta olmak üzere selef uleması olmuştur. Dini doğru anlamadan başka hiçbir dertleri olmayan bu büyük zatlar neyin nasıl yorumlanması gerektiğini izah etmişler ve nasların nasıl anlaşılacağına dair çok önemli disiplinler ortaya koymuşlardır. İnsanlığın İftihar Tablosu, insanlığı aydınlatmak için fevkalâde bir donanımla gönderildiği gibi, özellikle İmam Ebû Hanife, İmam Mâlik, İmam Şafiî ve İmam Ahmed İbn Hanbel de bir yönüyle özel donanımlı olarak yaratılmışlardır. Onlar sayesinde dinî mevzularda hiçbir şey muğlak kalmamıştır. Din, onlar sayesinde sahabenin anladığı gibi bize intikal etmiştir. Dolayısıyla Peygamber yolunun anlaşılmasında ve yaşanmasında onların da çok önemli hizmetler yaptıkları iyi bilinmeli, onlara saygıda kusur edilmemeli ve bu büyük müçtehitlerin güzergâhı terk edilmemelidir.”
Üstad Hazretleri de İçtihad Risalesi’nde, müçtehidîn-i izâmın ve selef ulemasının faziletlerini ve onlara neden yetişilemeyeceği hususlarını delilleri ile açıklayıp ispat ettikten sonra şu çok önemli tespiti yapmaktadırlar: “Selef-i sâlihînin müçtehidîn-i izâmı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı sahabeye yakın olduklarından, safi bir nur alıp, hâlis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesâfede hakikat kitabına bakar ki, en vâzıh bir harfini de zor ile görebilirler.”
Sonuç olarak, Kur’ân-ı Kerim’in doğru anlaşılabilmesi için, Sünnet-i Seniyye’ye, Ashab-ı Kiram’ın mutabakatlarına ve onların tefsirlerine ve Ashab-ı Güzîn’den sonra da ilk asırlardaki selef-i salihîn efendilerimizin asli ve fer’i delillerden hareketle gerçekleştirdikleri içtihatlarına ihtiyaç vardır.