“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez...” (5/105) ayetinde emredildiği gibi, kendimizi düzeltmekten sorumluyuz. Biz doğru yolda olduktan sonra, başkalarının tenkitleri, saldırıları veya sapmaları asla bize zarar veremezler.
Hizmet insanlarının buna muvaffak olabilmeleri, manevi hayatlarında gerekli kıvama ulaşabilmeleri için, mana ve ruh köklerini, geçmişlerinden miras aldıkları kendi değer yargılarını çok iyi bilip öğrenmeye, imani konulardaki eksiklerini giderebilmek için temel kaynaklardan çok iyi beslenmeye ihtiyaçları vardır. Özellikle iman esasları ile ilgili eksikler, yaşanılan hadiseler karşısında bir Müslüman ve bir mü’min gibi davranamamaya sebep olmaktadırlar.
Halbuki, “iman hem nurdur hem kuvvettir. Hakiki imanı elde eden adam bütün dünyaya meydan okuyabilir” denmektedir. Maalesef, hadiseler karşısında yaşanan savrulmalar en büyük problemin iman problemi olduğuna işaret etmektedirler.
Hakiki imana sahip olan insanların Allah’a (celle celâluhu), Kur’an’a, Rasulullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem), İslâm’a, Kur’an ve Sünnet yoluyla talim edilen hükümlere, hakikatlere ve değerlere karşı güvenleri tamdır ve bundan dolayı yaşadıkları imtihanlar onları hiçbir şekilde yollarından çeviremez, gittikleri yolun doğruluğu hususunda hiçbir tereddüt yaşamazlar.
Eğer bu hususlarda herhangi bir problem yaşarlarsa, bunun kendilerindeki eksiklerden kaynaklandığının şuuruyla hemen Kur’an’a, Sünnet’e ve onları en güzel şerh edip açıklayan temel kaynaklara başvurarak hadiseleri ve durumlarını test ederler ve Rablerine yönelerek kendilerinin istikamet ve sadakatleri için yalvarıp yakarırlar.
Evet, en büyük problem iman problemidir. Bireyler ve toplum planında problemlerin çözümü imandaki kıvam ile mümkün olabilecektir. Sahabe efendilerimizin bu konunun ehemmiyetini anlatan beyanlarından iki örnek verelim;
- Hz. Cündüb İbn-i Abdullah (radıyallahu anh): “Biz gençliğimizde Allah Resûlü ile birlikte iken, Kur’ân’ı öğrenmeden önce imani konuları öğrendik; sonra Kur’ân’ı öğrendik ve onunla imanımızı arttırdık. Bugün siz imandan önce Kur’ân’ı öğreniyorsunuz.”
- Hz. Abdullah İbn-i Ömer (radıyallahu anh): “Biz öyle bir hayat yaşadık ki, bizlere Kur’ân’dan önce iman dersi verildi. Bir sûre Allah Resûlü’ne nazil olur olmaz bizler; o sûrede Allah’ın bizlere vermek istediği mesajları anlamak için gayret sarf eder, helalleri ve haramları öğrenmeye çalışırdık. Siz şimdi nasıl Kur’ân’ın lafızlarını öğrenme hususunda çaba harcıyorsanız, biz bu çabadan daha fazlasını o ayetleri anlamak için harcardık. Ama bakıyorum ki bizden sonra gelenler, Fatiha’dan başlayıp sonuna kadar okuyup ezberlemelerine rağmen; Kur’ân’daki ‘Emir ve nehiyler nelerdir? Üzerinde kafa yorulması gereken meseleler nelerdir?’ Bunları önemsemeden aynen kötü cinsli hurmaların görüntüsü ve tadı gibi işin sadece bir boyutu ile ilgileniyorlar.”
Sahabeler “Gel bir saat imanlaşalım!” diyerek bir araya gelir, imanda derinleşmenin ve yenilenmenin yollarını ararlar, buluştuklarında veya ayrılırken iman esaslarını hatırlatan Asr suresini okurlardı.
KANSER GİBİ YAYILAN İFTİRA, BÜHTAN VE GIYBET HASTALIĞI
“Benim esas meselem: İftira ve bühtanın bir hastalık haline gelmesi, Mü’minlerin arasına bile sirayet etmesi… Bakın!.. “Acaba ne yanlış yaptık ki biz -falanların yanlışı- bugün bu iş başımıza geldi? Ali’nin yanlışı, Veli’nin yanlışı, Osman’ın yanlışı!.. Acaba bir kısım kimselere bir kemik atsaydık, bu şeyler başımıza gelir miydi? Acaba bir yerde bu okula adlarını ve namlarını verseydik, bu iş başımıza gelir miydi?” demek suretiyle atf-ı cürümde bulunma… Ve bu işin önde gidenlerine gıybette bulunma, iftira etme…”
Yazının devamında hastalığın her seviyede ve tabakada yaşanabildiğine ve bu hastalıkla zehirlenen insanların aslında hareket eden ölüler haline geldiklerine dikkat çekilmektedir:
“Şimdi o işin radyoaktif tesiri, onun gaması şuursuz kitlelere aksedince, onlar da oturup-kalktıkları her yerde “Biraz da biz gıybet edelim!” falan diyorlar ve candan kardeşlerini suçlamaya başlıyorlar. Onu icat eden, üreten, sistemini uygun ortaya koyan, belli argümanlar ile ifade eden insanlar, tesir ediyorlar kahvedekine, lokaldekine, pastanedekine, camidekine, şadırvan başında kollarını sıvamış abdest alana, ezana icabet edene, “Allahu Ekber!” dendiği zaman “Allahu Ekber” diyene… O da geliyor, gama tesiri ile sirayet ediyor, hiç farkına varmadan kalb ölüyor; ruh, felç oluyor; sır kapısı kapanıyor; Allah ile münasebet, kesiliyor. “Mezar-ı müteharrik bedbaht” haline geliyorlar; hareket eden ölüler haline geliyorlar.”
Aynı yazıda, bu hastalığın yol açabileceği manevi problemler şöyle ifade edilmektedir: ''Bu,
İslam dünyasının -İs-lam Dün-ya-sı-nın,
hususiyle
“zirve” seviyede bazı İslam dünyasının-
hastalığı haline gelmiştir, marazı haline gelmiştir.
“Ed-dâ’ul-‘udâl” diyor Araplar,
“onulmaz
bir dert”, metastaz yapmış bir kanser, bir veba, bir tâûn;
yakaladığını
alıp götürüyor.
Nereye götürüyor? “
Kalb”sizliğe,
“ruh”suzluğa, “sır”sızlığa, “hafâ” gaybûbetine,
“ahfâ” gaybûbetine, Allah bilmezliğe, Peygamber bilmezliğe
götürüyor, hafizanallah!..
Öyle bir durumda dilimizi tutmak, -belki- gıybet ve iftiraya girenlere “Sus! Allah, dilini kurutsun senin! Mü’min kardeşinin aleyhinde konuşma!” demek düşer bize. Kendini hizmete adamış insanlara gıybet ve iftiraya karşı tavır almak düşer…”
Aynı Bamteli’nde, bu zamanda gıybet hastalığından ve zararlarından korunabilmenin çok büyük bir öneme sahip olduğundan bahisle, bu hususta yapılması gereken üç temel hususa dikkat çekilmektedir:
“Gıybet ve iftira marazına karşı, bir kere pozitif olarak biz, oturup kalktığımız her yerde -nerede olursa olsun- sohbet-i Cânân yapmalıyız… Şimdi birinci iş, seviyeli arkadaşların, ağzı laf yapan arkadaşların sohbet-i Cânân’da bulunmalarıdır.
Ağız, güzel şeyler söylemek için yapılmıştır… Oturduğumuz meclislerde, sohbet-i Cânân’ı yapabilecek insanlar, Sohbet-i Cânân yapmalıdırlar. Sohbet-i Cânân, bütün konuşmaların kâfiyesi, taçlandırılması olmalıdır… Konuşmalara mevzu olacak, Allah var iken, Efendimiz var iken, Hazreti Ebu Bekir var iken, Ömer var iken, Osman var iken, Ali var iken, Hasan var iken, Hüseyin var iken… -Allah, hepsinden binlerce defa razı olsun; milyonlarca salât ve selam İnsanlığın İftihar Tablosu’nun üzerine olsun, sallallâhu aleyhi ve sellem!..- Onları dillendirme var iken, gönüllerin onlara kilitlenmesini sağlamak var iken, motivasyonunu sağlamak var iken, başka şeyleri, israf-ı kelâm saymak lazım. Kelamda bile israf etmemek lazım.
İkincisi, gıybet mevzuunda yazılmış eser var, eserler var. Onları okuyup okutarak gıybetin, iftiranın çirkinliği ve haram olduğu üzerinde durmak gerekiyor. Temel kaynaklara, Kitab’a ve Sünnet’e dayandırarak, o mevzuda yazılmış şerhlere, haşiyelere dayandırarak, onun ne büyük bir vebal olduğunu anlatmak lazım… Bu suretle insanları, o türlü şeylerden -Allah’ın izni ve inayetiyle- uzaklaştırmak lazım. Buna eşedd-i ihtiyaç ile ihtiyacımız olduğunu vurgulayayım, bir kere daha.
Bir üçüncü husus; mâziye ve mesâibe kader açısından bakmak lazım. Geçmiş şeylere,
sözüyle bakılır:
“Hayır, Allah’ın ihtiyar buyurduğundadır!”“Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız da o şey hakkınızda hayırlıdır; bir şeyi seversiniz ama o şey ise hakkınızda şerlidir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 2/216) Belki şu anda ezâ-cefâ gibi görülen şeyler, sizin hakkınızda hayırlıdır. Çektiğiniz şeyler ile, varsa hatalarınız, bir arınma kurnasından geçmiş gibi, bunlar dökülür giderler. Allah huzuruna pîr u pâk olarak gidersiniz. Bela ve musibetlerin böyle bir yanı da vardır.
“Her ne vukua gelmişse, hayır ondadır.” Hayır, nasıl vâki olmuşsa, ondadır; bilemezsiniz!..
Allah’ın takdiri açısından sizler, tohumlar gibi dünyanın dört bir yanına saçıldınız; fideler gibi dünyanın dört bir yanına dikildiniz. Yarın o tohumlar, bire on başağa yürüyecek; o fideler de bire on çınarlar gibi boy atıp gelişecek, Allah’ın izni ve inayetiyle.”