İNSANLARIN EKSERİSİ, ŞİRK KOŞMAKSIZIN ALLAH’A İMAN ETMEZLER 10
Hayrı da zahiri şer gözüken şeyleri de yaratan Allah’tır (celle celâluhu). “Hayr da şer de O’ndandır” sözü ile bunu kastediyoruz. Allah (celle celâluhu) Kur’an’da izni olmaksızın hiçbir şerrin meydana gelmeyeceğini beyan etmiştir. “Allah neyi dilerse, o mutlaka olur; O’nun olmamasını dilediği de asla olmaz.” hadis-i şerifinde de aynı mana görülebilir.
Başa gelen bela ve musibet gibi şeylerin hepsi de ondandır. Sebepler ise perdelerdir. 18. Söz’de sebeplerin yaratılmasının önemli bir hikmeti olarak, güzelliği görülemeyen, dış görünüşü çirkin olaylarda, insanların Allah’a (celle celâluhu) karşı bir itiraz ve isyan içerisine girmemeleri olduğu ifade edilmektedir: “Hem siz birer perde yaratılmışsınız. Tâ, güzelliği görülmeyen zâhirî çirkinlikler size isnad edilip Zât-ı Mukaddese-i ilâhiyenin tenzihine vesile olasınız.”
Şeytanlar, tiranlar, firavunlar ve zalimlerin hepsi de bu sebeplerden bir tanesidir. Şerlere perde olmak için yaratılmışlardır ama böyle bir işi kendi iradeleri ile tercih ettiklerinden dolayı bunun hesabını verecek ve cezasını çekeceklerdir.
Bu sebeplerden hiçbirinin hakiki tesirleri yoktur. Şeytan’ın da herhangi bir yaptırım gücü yoktur, sadece vesvese verirler. Şeytan’a bir güç ve kuvvet ya da vücud adına bir şey izafe edilmesi de dolayısıyla şirk demektir. Hesap gününde, Şeytan’ın, kendisini suçlayanlara mukabil, kendisinin öyle bir iktidara sahip bulunmadığını ve bu insanların kendi iradeleri ile yanlış yollara girdiklerini ifade edeceği ayetlerde anlatılmaktadır.
Dolayısıyla, “Şeytan’dan, falanlardan, falan olaylardan dolayı bu iyilikler veya kötülükler başımıza geldi” dendiğinde mecaz kastediliyorsa, yani sadece bir sebep oldukları ifade ediliyorsa, bir problem yoktur ama hakiki manasıyla bunlar kastediliyorsa, orada şirk vardır.
FALANLAR VEYA FALAN OLAYLAR YÜZÜNDEN BUNLAR OLDU!
Benzer şekilde, “falan zalimler, falan olaylar, içimizdeki falan kimseler olmasaydı bunlar başımıza gelmeyecekti” tarzındaki beyanlarda hem Kader’e iman problemi hem de şirke düşmek tehlikesi söz konusu olabilir.
Evet bu olaylara sebebiyet verenler cüz-i iradelerini yanlış bir şekilde kullanmışlardır ve bundan dolayı sorumludurlar. Diğer taraftan hak cephedekiler sebeplere riayet gibi hususlarda ihmallerinden hesaba çekileceklerdir. Fakat bunların hiçbiri, yaşanmış veya yaşanmakta olan problemlerin asıl sebepleri (asıl illetleri) değillerdir.
Kur’an’da Hazret-i Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) üzerinden bu husus talim edilmektedir: “Her nerede olursanız olun, isterseniz en sağlam kuleler veya kaleler içinde bulunun, ölüm gelip sizi bulacaktır. Sonra, (kalbleri oturaklaşmamış o insanlar) ne zaman bir iyilikle karşılaşsalar, “Bu, Allah’tan!” derler; ne zaman da başlarına bir kötülük gelse, bu defa, “Bu, senin yüzünden!” derler. (Ey Rasûlüm,) de ki: “Hepsi Allah’tan.” Fakat bu adamlara ne oluyor da, söz anlamaya yanaşmıyor ve sözün de, hadiselerin de manâsını idrakten uzak bulunuyorlar!? “(4/78)
İyiliklerde kötülükler de hepsi Allah’tandır. Allah (celle celâluhu) kullarının cüz-i iradelerini nasıl kullanacaklarını ilm-i ezelisi ile bildiği için, bu kullanımları da hesaba katarak her şeyi takdir etmektedir. Bu takdirlerin vücuda gelmesinde, güzel isimlerinin tecelli etmesi için ve Hakim isminin de gereği olarak, Allah (celle celâluhu) sebeplerle neticeleri birbirine bağlamıştır. Takdir edilen şeyler vücuda gelirken, bu sebeplere bağlı olarak, beraber veya sonrasında meydana gelmektedirler.
MU’TEZİLİ DÜŞÜNCEDE KADER, CEBRİYE’DE İSE CÜZ-İ İRADE İNKÂR EDİLMİŞ OLMAKTADIR
Bir hadise vuku bulduğu zaman sebepler ve neticeler ortaya çıkar. O zaman anlarız ve deriz ki “Allah (celle celâluhu) bu sebebe bağlı olarak bu neticenin ortaya çıkmasını takdir etmiştir.” Eğer bu noktada, “eğer bu sebep meydana gelmeseydi, bu netice meydana gelmeyecekti veya bu sebep meydana gelmeseydi de bu netice takdir edildiği için yine meydana gelecekti” dense, çok büyük bir yanlışlık içerisine düşülmüş olurdu.
Çünkü, takdir edilen şey, o sebeple o neticenin beraber meydana gelmesidir. Eğer sebep ortadan kalkarsa, netice açısından takdirin nasıl olacağı ise bize meçhul hale gelmektedir. Bu ehl-i sünnet düşüncesidir. Bunun dışındaki, “bu sebep olmasaydı, bu netice de olmazdı” düşüncesi Mu’tezile’nin, “sebep olmasaydı da olacaktı” düşüncesi ise cebriyenin iddialarıdır.
Kader Risalesi’nde bu konu şöyle ele alınmaktadır: “Kader, sebeble müsebbebe (neticeye) bir taalluku var. Yâni, şu müsebbeb, şu sebeble vukua gelecek. Öyle ise denilmesin ki: “Madem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir. Cüz-ü ihtiyârıyla tüfek atan adamın ne kabahati var, atmasaydı yine ölecekti?” Suâl: Niçin denilmesin?
Elcevap: Çünkü; kader, onun ölmesini onun tüfeğiyle tâyin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin adem-i taallukunu (olmadığını) farz ediyorsun. O vakit ölmesini ne ile hükmedeceksin? Yâ Cebrî gibi; sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen veyahut Mu’tezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaat’i bırakıp fırka-yı dâlleye girersin. Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: “Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul.” Cebrî der: “Atmasaydı yine ölecekti.” Mu’tezile der: “Atmasaydı ölmeyecekti.”
Dolayısıyla, Kader inancı, başa gelen bela ve musibetlere hem zalimler hem de mazlumlar cephesinde sebebiyet verenleri mesuliyetten kurtarmamaktadır. Bu insanlar şerre sebebiyet verme noktasında iradelerini yanlış bir yolda kullandıkları için mesuldürler.
“NE YAPSAYDIK ONLAR HÜCUMU YAPACAKTILAR” SÖZÜ NASIL ANLAŞILMALIDIR?
Bu yüzden, “eğer falanlar veya falan olaylar olmasaydı bu ifritten süreç başımıza gelmeyecekti” diyen insanlar Mu’tezile’ye, “eğer falanlar veya falan olaylar olmasaydı da bu ifritten süreç başımıza her halükârda gelecekti” diyenler Cebriye’ye iştirak etmektedirler.
Bu ikinci kısmın bir istisnası şu olabilir; “eğer falanlar veya falan olaylar olmasaydı da, bu ifritten süreç başımıza her halükârda gelecekti” diyenler, o olayların perde önünde gözüken sebeplerinin dışında asıl daha başka sebeplerin bulunduğuna dair bir bilgiye sahip olarak ve bunlara bakarak bunu ifade ediyorlarsa, bu söz doğru olabilir.
Bu durumda cebrilik söz konusu olmaz, çünkü burada kastedilen o olayların meydana gelmesinde gözüken zahiri sebeplerin dışında asıl diğer sebeplerin var olduğu hususudur. Kastedilen, zahiri sebeplerin bahane olduğu ve başka hakiki sebeplerin bulunduğudur. Dolayısıyla, zahiri olan sebepler olmasa bile hakiki sebepler mevcut, yani, sebep ve netice, her ikisi de mevcut bulunduğu için böyle söylenebilir.
Şu ayette, bu hususu görmek mümkündür ”Bu emir ve komuta işinde bir payımız olsaydı, şimdi burada olmaz, öldürülmezdik” diyenlere mukabil “Siz evlerinizde dahi olsaydınız haklarında ölüm takdir edilenler, mutlaka düşüp ölecekleri yerlere doğru çıkacaklardı.” denilmesi emredilmekte ve yaşadıklarının asıl hikmeti ve kadere bakan boyutu “Allah, sizin içinizde olanı sınamak ve kalplerinizi her türlü vesveseden ve kirden arındırıp pırıl pırıl yapmak içindir ki, bunu başınıza getirdi...” (3/ 154) şeklinde ifade edilmektedir.
Bediüzzaman Hazretlerinin, Şualar’daki “Sakın, sakın bu musibetlerin verdiği asabîlik cihetiyle birbirinizin kusuruna bakmayınız. Kısmet ve kadere itiraz hükmünde olan şekvâlar ve "Böyle olmasaydı şöyle olmazdı" diye birbirinizden gücenmeyiniz. Ben anladım ki, bunların hücumundan kurtulmak çaremiz yoktu. Ne yapsaydık onlar hücumu yapacaktılar.” sözlerine ve Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yaşanan süreç hakkındaki benzer beyanlarına bu zaviyeden bakmak gerekir.
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin “Kenetlenmeliyiz” başlıklı bamtelinden buna bir örnek verelim: “Bazen, belâ ve mesâib karşısında, balyozların başa inip-kalktığı hengâmda, atf-ı cürümler mülahazası baş gösterir: “Falanlar böyle yapmasalardı, filanlar şöyle yapmasalardı, biz de bunlara maruz kalmazdık!” gibi tamamen şeytanın dürtüleri ile atf-ı cürümler başlar; dilden-dudaktan dökülen şeyler ama şeytanın dürtüleri ile, başkalarını, en yakınındakileri karalamalar başlar. Elin-âlemin ayrıştırmasına onlar da iştirak ederler.”
ŞEYTANLARIN YARATILMASI ŞER DEĞİLDİR
13. Lem’a’da “Şeytanların îcâdına ve müminlere saldırmasına ve onlar yüzünden insanların küfre girip cehenneme girmelerine, bütün kâinatı kuşatan ilâhi rahmet ve hikmet ve adâlet nasıl izin veriyor” sorusuna cevap verilmektedir. Sorudaki şeytanlara, tiranları, zalimleri, belaları ve musibetleri eklemek de mümkündür:
“Şeytanın vücudunda cüz’î şerler ile beraber birçok makâsıd-ı hayriye-i külliye ve kemâlât-ı insâniye vardır. Evet, bir çekirdekten koca bir ağaca kadar ne kadar mertebeler var; mâhiyet-i insâniyedeki istidâtta dahi ondan daha ziyâde merâtip var. Belki zerreden şemse kadar dereceleri var. Bu istidâdatın inkişâfâtı, elbette bir hareket ister, bir muâmele iktizâ eder. Ve o muâmeledeki terakki zenbereğinin hareketi, mücâhede ile olur. O mücâhede ise, şeytanların ve muzır şeylerin vücuduyla olur. Yoksa, melâikeler gibi, insanların da makamı sâbit kalırdı. O hâlde insan nev’inde, binler envâ hükmünde sınıflar bulunmayacak... Bir şerr-i cüz’î gelmemek için bin hayrı terk etmek, hikmet ve adâlete münâfîdir.
Çendan, şeytan yüzünden ekser insanlar dalâlete giderler. Fakat ehemmiyet ve kıymet, ekseriyetle keyfiyete bakar, kemmiyete az bakar veya bakmaz. Nasıl ki…” (Bu kısmın açıklaması için önceki yazıya bakılabilir)