Bu yaşanan süreçten önce kur’an’da ifade edilen hakikatlerin bir kısmını tam anlayamıyor veya bunların bir kısmının bizim için geçerli olmadığı gibi düşüncelere sahip olabiliyorduk. Bunun böyle olmadığını süreçte yaşanan ve yaşanmakta olanlardan sonra anlama imkânı bulduk. Bu hadiseler sayesinde Kur’an’ın ne kadar canlı olduğunu ve ifade edilen hakikatlerin doğruluğunu bir kere daha tasdik ettik.
Sürecin doğru anlaşılıp yorumlanması adına, sadece Nisa sure-i celilesinde peş peşe gelen ve günümüze bakan çok önemli hakikatleri ifade eden şu üç ayet-i kerimeyi bu açıdan ele alabiliriz.
Birinci Ayet: “Baksana o kimselere ki, savaş zamanı değilken kendilerine: “Savaşa sebebiyet vermeyin, namazı hakkıyla ifa edin, zekâtı verin!” denilmişti. Sonra onlara savaşma farz kılınınca, onlardan bir kısmı insanlardan, Allah’tan korkarcasına, hatta daha fazla korkup şöyle diyorlar: “Ya Rabbenâ, niçin bize harbi farz kıldın? Bize biraz daha mühlet verseydin ya!” Onlara de ki: “Dünya zevki pek azdır, âhiret ise günahlardan sakınanlar için sırf hayırdır ve size kıl kadar olsun haksızlık yapılmaz.”” (4/77)
Süreçten önce yani Hizmet düşmanları bütün güçleriyle saldırmadan önce Hizmet insanlarının yaşayabileceği problemler ve bu yolun ne kadar zorlu ve çetin olduğu ifade ediliyordu. Kur’an’da Allah’ın (CC) mü’minleri hazırlama adına tahşidat yaptığı gibi, Fethullah Gülen Hocaefendi de sürekli tahşidât yapıyor ve cemaatini o yaşanması mukadder olan günler için hazırlıyordu. “Savaşa sebebiyet vermeyin” ifadesinden düşmanların üzerinize gelmemesi, maddi ve manevi hazırlığınız tam olmadan saldırılara maruz kalmamak ve ayrıca hakkı tebliğ açısından da çok önemli olan barış ortamının devamını sağlamak için çalışıp gerekli tedbirleri alınız manaları da çıkarılabilir. Manevi olarak gereken kıvama erişilmesi için de namazın hakkıyla ifa edilmesi ve zekâtın verilmesi büyük önem arz etmektedir. Şüphesiz ki zekât (himmetler, kurbanlar, adaklar ve burslar) insanların ve toplumların hem maddi hem de manevi hayatlarının gelişimine çok büyük katkılar sağlamaktadır.
Sonra savaşma farz kılınınca, yani Allah (CC) kullarını ifritten bir süreci yaşamak zorunda bırakınca, hizmetteki insanlardan bazıları, Allah’tan korkarcasına ve hatta daha fazla korkup “Ey Rabbimiz, neden bu bela ve musibetleri bize musallat ettin, o yaşadığımız rahat ve rehavet günlerini devam ettirseydin de bunlar başımıza gelmeseydi” demişlerdir. Halbuki bu başa gelen onlara defaatle bildirilmiş olan şeylerdir. “İçinizde gerçekten cihad edenleri ve (Allah yolunda) sabır ve sebat gösterenleri ortaya çıkaralım, ayrıca söz ve davranışlarınızı (niyet ve salih olup olmamaları açısından) değerlendirelim diye sizi mutlaka imtihana çekeceğiz. (47/31)” ayeti insanların inandık demekle bırakılmayacaklarını ve muhakkak surette bu imtihanın olacağını haber vermektedir.
Ayrıca, Allah (CC) kaybedilen dünya zevkleri ve nimetlerinin ve bu süreçte çekilenlerin karşılığının âhirette eksiksiz olarak ve hatta misli misliyle verileceğini haber vermektedir.
İkinci Ayet: “Her nerede olursanız olun, isterseniz en sağlam kuleler veya kaleler içinde bulunun, ölüm gelip sizi bulacaktır. Sonra, (kalbleri oturaklaşmamış o insanlar) ne zaman bir iyilikle karşılaşsalar, “Bu, Allah’tan!” derler; ne zaman da başlarına bir kötülük gelse, bu defa, “Bu, senin yüzünden!” derler. (Ey Rasûlüm,) de ki: “Hepsi Allah’tan.” Fakat bu adamlara ne oluyor da, söz anlamaya yanaşmıyor ve sözün de, hadiselerin de manâsını idrakten uzak bulunuyorlar!? “(4/78)
Savaş esnasında ya da ifritten süreç esnasında ölümden korkuyorsanız, bilin ki eğer hakkınızda Allah (CC) ölüm takdir etmişse, siz en ulaşılamayacak yerlere de saklansanız, savaştan kaçsanız ya da Hizmet’ten uzaklaşıp inkâr etseniz de ölüm mutlaka sizi bulacaktır.
Diğer taraftan, Hizmet bu ifritten sürece girmeden önce sağnak sağnak Hizmet’e gelen nimetler, başarılar ve fetihler karşısında “bunların hepsi Allah’tan” derken belalar, musibetler ve fenalıklarla karşılaşıldığında “bunlar da Allah’tandır” denilmesi gerekirken, -kendileri pîr u pâkmış, hiçbir günahları ve kusurları yokmuş gibi- başkalarını suçlamaya, atf-ı cürümlerde bulunmaya ve süreç öncesinde (nimetlerin bolluğu zamanında) baş tacı yaptıkları, ona tabi olmakla iftihar ettikleri Hocaefendi’yi yaşanan hadiselerin sorumlusu olarak görmeye ve kendilerini sorgulamaları beklenirken, gidilen yolun doğruluğunu sorgulamaya başlayanlar oldu.
İşin daha da tuhaf olan yanı ise hadiselerdeki hikmet boyutları, murad-i ilahi, yolun kaderinin böyle olduğu, meselelerde kadere imana bakan boyutlar va daha bir sürü hakikatler Kur’an ayetleri, hadis-i şerifler ve mana alemlerinin sultanlarının beyanları ile delillendirilerek anlatılmasına rağmen bu insanlar nedense bunları anlamaya da yanaşmıyorlar. Demek ki bu insanların iman hakikatlerini anlayıp yaşamalarında çok büyük eksiklikler bulunmaktadır.
Fethullah Gülen Hocaefendi “Kenetlenmeliyiz” başlıklı bamtelinde bu konuya dikkat çekmektedirler: “Bazen, belâ ve mesâib karşısında, balyozların başa inip-kalktığı hengâmda, atf-ı cürümler mülahazası baş gösterir: “Falanlar böyle yapmasalardı, filanlar şöyle yapmasalardı, biz de bunlara maruz kalmazdık!” gibi tamamen şeytanın dürtüleri ile atf-ı cürümler başlar; dilden-dudaktan dökülen şeyler ama şeytanın dürtüleri ile, başkalarını, en yakınındakileri karalamalar başlar. Elin-âlemin ayrıştırmasına onlar da iştirak ederler. Âlem ayrıştırıyor, bölüyor, milleti birbiriyle boğuşturuyor, yaka-paça haline getiriyor; şeytan durur mu? Çok tekerrür eden, Hazreti Pîr’e ait söz: “Umûr-i hayriyenin muzır mânileri olur; Şeytanlar, bu hizmetin hâdimleriyle çok uğraşırlar!..
Böyle durumların hortlağı, atf-ı cürümdür. Birdenbire aranızda -bakarsınız- bir kısım hortlaklar oluşmuş. Belki başkalarının deyip-ettiklerine destek olma mahiyetinde bir kısım uygun olmayan şeyler söyleyebilirler. Kuvve-i maneviyenizi kıracak şeyler söyleyebilirler. Bence bunlara aldırmayarak, kulak tıkayarak, bu mevzuda o zift neşriyata kulak tıkayarak -ki bunlar, nöron kirleten şeylerdir- esasen kendi vazifenize, kendi meselelerinize bakmalı, konsantre olmalısınız; eskiler “im’ân-ı nazar” derlerdi, im’ân-ı nazar etmeli, fikren dağınıklığa girmemelisiniz.”
Üçüncü Ayet: “(Ey insan!) Sana her gelen iyilik Allah’tandır; başına gelen her kötülük de nefsindendir. (Ey Rasûlüm!) Biz seni insanlara bir elçi olarak gönderdik. Buna şahit olarak Allah yeter.” (4/79)
Bu ayet-i kerime çok önemli imani hakikatleri barındırmanın yanısıra yaşadığımız hadiselerde bir mü’minin bakış açısının nasıl olması gerektiği hakkında da bilgiler vermektedir. Her türlü iyilik, hasenat ve güzellik Allah’tandır (CC). Başımıza gelen her türlü kötülük ise nefsimizdendir. Başa gelen hadiselerde herkese düşen herkesten ve her şeyden önce kendi nefsini sorgulamasıdır. Asıl sorumlu olan nefislerimizdir. Atf-ı cürümlerle uğraşarak, hep dışarıda suçlular arayarak aramızdaki kardeşlik ve güven duygusuna zarar vermek yerine, Hizmet insanları olarak bu noktaya odaklanıp nefislerimizi masaya yatırmamız, kendi eksik ve kusurlarımızı görerek, nefislerimizi kınayarak (Allah (CC) değerinden dolayı kendini kınayan nefis üzerine yemin etmektedir) Allah’ın (CC) rahmetinin celbine ve başımıza gelen bu bela ve musibetlerin bitmesine davetiyeler çıkarmalıyız.
Hocaefendi “Kendiyle Yüzleşmede Peygamber Ufku (5)” başlıklı yazısında Hz. Yunus’un (AS) “Sübhânsın, bütün noksanlardan münezzeh ve yücesin! Doğrusu ben kendime zulmettim, yazık ettim. (Merhamet ve affını bekliyorum Rabbim!)” mealindeki münacatına Allah’ın (CC) icabet etmesini ele aldığı yerdeki tespitlerinde, günümüzdeki Hizmet insanlarının almaları gereken bir derse dikkat çekerek çok önemli bir uyarıda bulunmaktadırlar:
“Bu iç döküş ve tazarruun derinliği sayesinde o yeniden hayata döndürüldüğü gibi, bulunduğu bölgeye avdetiyle de binlerce insanın yeni bir “ba’s ü bade’l-mevt”ine vesile olmuştu. Bilenler öyle bilmişti, o da biliyordu ki Cenab-ı Hak ıztırar ve ihtiyac-ı fıtrî ruh haletiyle Kendine teveccüh edip sızlananları asla yüz üstü bırakmamış; bununla beraber iç içe mükâfatlarla da mükâfatlandırmıştır.
Keşke sebeplerin bir cimrilik tavrına büründüğü günümüzün mazlum ve mağdurları da böyle bir ruh haletiyle ebedî mihraplarına yönelip ağlaya-sızlaya bir arz-ı halde bulunabilselerdi!.. Belki bir gün bulunup inleyecekler ama -inşaAllah- geç kalmış olmazlar…”
(Diğer yazılarda bu üçüncü ayet detaylarıyla ele alınmakta olduğu için bu kadarla iktifa edilmiştir.)