Allah (CC) hiçbir dönemi peygambersiz bırakmadığını, her bir milletin bir peygamber tarafından uyarıldığını Kur’an’da ifade buyurmaktadır:
“Şüphesiz biz seni gerçeğin ta kendisine malik olarak, rahmetle müjdeleyen ve kâfirleri azapla uyaran bir elçi olarak gönderdik. Zaten uyaran bir peygamber gelmiş olmayan hiçbir millet yoktur.” (Fâtır, 35/24)
Hazret-i Muhammed Mustafa (SAV) ile peygamberlik tamamlanmış ve ondan sonra da insanları uyarma ve onlara yol gösterme vazifesi peygamber varisleri ile gerçekleştirilmeye devam etmiştir.
Hulefa-i Râşidin ve sahabe efendilerimiz ile temsil edilen peygamber varisliği, daha sonra, müçtehidler ve müceddidlerle devam etmiş ve onlarla temsil ettirilen ilâhî nur sayesinde; insanların ebediyen karanlıkta kalmalarına meydan verilmemiştir.
Bu büyük vazife ile istihdam edilen bu yüce kametler, bulundukları zamanı aydınlatsalar da her zaman kıymetleri bilinmemiş ve bulundukları zaman diliminden çok sonra kabul edilip takdir edilir hale gelmişlerdir:
“Zira, gözü kapalı olanlar, günün göbeğinde, güneşin bütün şualarını gönderdiği öğle vaktinde bile onu göremezler. Aynen bunun gibi bazı körler o devasa insanları göremeyebilirler. Hazreti Üstad’ın da Kaside-i Bürde’den iktibas edip değerlendirdiği şu söz bu hakikati çok güzel ifade eder: “Bazen, gözü iltihaplanıp rahatsız olan kimse, göremediği için güneşin ziyasını inkâr eder; vücudu hasta olup ağzının tadı bozulan kimse de suyun lezzetini alamaz.”
Bundan dolayıdır ki, İmam Gazzalî, Mevlânâ Halid-i Bağdadî ve Hazreti Bediüzzaman gibi yüce kâmetler bile kendi devirlerinde tenkit, tahkir ve işkencelere maruz bırakılmışlardır.
Rahmetinin vüs’ati açısından Cenâb-ı Hak hiçbir dönemi ziyasız, ışıksız ve nursuz bırakmamıştır; fakat insanlar kendilerini nursuzluğa, ziyasızlığa ve ışıksızlığa salmışlardır. Bir kere o ziyasızlık çağlayanına yelken açtıktan sonra da o karanlık bir daha oradan sıyrılmalarına fırsat vermemiştir…
Söz Sultanı (aleyhissalâtü vesselam) şöyle buyurur: “ limler peygamberlerin varisleridir.” Evet, ilim enbiyânın mirası, âlimler de bu peygamber terikesinin vârisleridir ve Hazreti Allah, her dönemde bu mübarek mirasçılar vesilesiyle insanların yollarını aydınlatmıştır.”
“Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar!..”
Yirminci asra gelinceye kadar İslâm yeryüzünde hükümferma olmuş, toplumların bütün ünitelerinde yaşanmış ve bulunduğu zaman dilimlerini ışığıyla ve nuruyla doldurarak insanlara saadet kaynağı olmuştur.
Yirminci aşıra doğru, İslâm, toplumların hayatından çekilmeye başlamış ve bütün bir yeryüzünde yeni bir fetret dönemine girilmiştir. Dinsizlik, materyalizm, maddecilik ve pozitivizm gibi semavi olmayan birçok akımlar, yeryüzünde hâkim hale gelmişler ve insanlar dinden uzaklaşmışlardır.
Dini yaşadıklarını düşünenler ve bunu iddia edenler ise ekseriyet itibarıyla, atalarından görüp miras aldıkları ve bu asırda içi boşaltılmış olan bir dini, sadece taklit ederek yarım yamalak yaşamaya çalışmışlardır. Sadece cilt veya cesetten ibaret olan, ama ruhu olmayan bu din anlayışı ve pratiği ise toplumlara kayda değer bir fayda vermediği gibi birtakım zararları da beraberinde getirmiştir.
Yirminci asır, Hazret-i Bediüzzaman’a bir manevi mecliste hitap edilirken söylenen “Ey felaketler ve helaketler asrının adamı” ifadesinde tam resmedilen bir zaman dilimi olmuştur.
Önceki asırlardan farklı bir zaman dilimine girilmiş, din, diyanet ve maneviyat adına her şey yıkılmış, geçmiş asırlar boyunca tahrip edile edile günümüze kadar gelmiş ve İslâm’ı da için alan İnsanlık kalesi büyük hasarlar görmüş, insanların kalpleri, dimağları ve akılları perişan ve hastalıklı hale gelmiş ve ümmet-i Muhammed’in hep dualarında zararlarından Allah’a sığındıkları “ahir zaman” denmeyi tam hak eden bir dönem meydana gelmiştir.
Şüphesiz ki, Allah (cc) bu zamanı da peygamber varislerinden mahrum bırakmamış ve bu en zorlu zaman dilimini de aydınlatacak o yüce kametleri bu asrın ve insanlarının imdadına göndermiştir. Bunların başında ve belki de bu zamanın sahibi ve söz söylemeye en yetkili birisi olarak da Hazret-i Bediüzzaman Said Nursi’yi göndermiş ve bir kere daha yere düşen boyunduruğu, o yüce emaneti ayağa kaldırma vazifesiyle onu istihdam etmiştir.
Fethullah Gülen Hocaefendi, bozulan kalpleri ve istikametini kaybeden akılların ıslahı ve iyileştirilmesi vazifesini hakkıyla yerine getiren, iman hakikatlerini neşrederek küfrün belini kıran ve ümitlerini boşa çıkaran Hazret-i Bediüzzaman’ın, “asrın beyin yapıcısı”, “bu zamanın sahibi”, “sözü söyleme ve turrayı basma (hüküm verme) yetkisine sahip kişi” ve “Müslümanlığa kurtuluş reçetesini tam anlamıyla sunan ve hayatı ve duruşuyla da bunu temsil ederek ortaya koyan tek adam” olduğunu ifade etmektedirler.
Hazret-i Bediüzzaman, ortaya koyduğu eserlerin, mücadelesi içerisinde sergilediği duruşu takip etmemize imkân veren Lahikaların ve bu Lahikalarda ele alınan Kur’an’i ve Nebevi yaklaşımların, metotların ve stratejilerin kendisinden sonra gelecek Zat tarafından bir program olarak ele alınıp uygulanacağını ifade etmişlerdir.
Gerçekten de, M. Fethullah Gülen Hocaefendi bütün bunları program olarak almış, Risale-i Nurlarda anlatılan hakikatleri, zamanın insanının anlayacağı şekilde açıklayarak açmış ve bunların hayatın bütün ünitelerinden yaşanmasını sağlayacak şekilde bir hizmet başlatmıştır, Allah’ın (CC) inayet, keremi ve lütfu sayesinde.
Bunun böyle olduğunu, hadiseler karşısında sergilediği söylem, tutum ve davranışlarında Hazret-i Bediüzzaman’a birebir uygunluk içerinde hareket etmesinde görmek mümkündür.
Hadiselerin üstesinden gelmek, ortaya çıkan problemleri çözmek için kullanılan yaklaşımlar, yollar, metotlar, stratejiler, geliştirilen söylemler neredeyse tamamen aynıdır. Sadece, zamanın geçmesiyle oluşan çok az sayılabilecek renklerin tonlarında oluşan ve ihmal edilebilecek bazı farklılıklar vardır.
Hocaefendi, birçok sohbetlerinde ve yazılarında bunun böyle olduğunu bizzat kendileri ifade etmektedirler. Risale-i Nurlardaki Lahikaların bu dönemde çok ciddi okunup müzakere edilmesinin ve oradan elde edilecek derslerle günümüzün mücadelesini gerçekleştirmek gerektiğinin altını çizmektedirler.
Hocaefendi, Lahikalar sayesinde zamanımızdaki iman ve Kur’an hizmetlerinin nasıl başladığını anlayabildiğimizin ve benzer olaylar karşısında nasıl davranmamız, neleri yapmamız ve neleri yapmamamız gerektiğini bilebildiğimizin vurgusunu yapmaktadırlar.
İnşallah, sonraki yazıda, bu yaşanan ifritten süreç ile baş edebilmek için Üstad Hazretleri ve Hocaefendi’nin kullandığı ortak yaklaşımlar ve stratejiler ile devam edelim…