Kur’an-ı Kerim’in faziletlerini anlatan ve Tirmizi, Darimi ve bir kısmı itibariyle Ahmed b. Hanbel tarafından nakledilen bir hadis-i şerifin bir cümlesi de: “Âlimler O’na (Kur’an’a) asla doyamazlar” şeklindedir. Gerçek ulema Kur’an’a karşı kendilerini hep aç, muhtaç ve susuz hissederler. Hadis-i Şerif'in bu ifadesini muhterem M. Fethullah Gülen Hocaefendi şöyle izah ediyor: “Evet bazı zamanlar insan Kur’an okurken, doğrudan doğruya O’nun ORİJİNAL SESİNİ duyar gibi olur… Sadece peygamberlikle alâkalı bazı âyetler istisna edilecek olursa, anlatılan DEVİRLERİ, DÖNEMLERİ bile aşarak bütünüyle Kur’an’ın âdeta kendisine seslendiğini hisseder.”
“DUHÂ Suresinde ferdî sıkışmışlık ve bunalmışlığın arkasında, gelecek itibariyle ve toplum plânında elde edilecek bir hakîmiyet-i ruhiye çizgi çizgi tüllenmeye başlar. Ayrıca bu surede BİR HÜZÜN MUSİKÎSİ de vardır. Âdiyat suresinde ise, gümbür gümbür mehterin davul ve kösünün sesi duyulur gibi olur. Yani muhtevâ ve onun ifade mânâya göre KUR’AN, harfleri, kelimeleri öylesine seçmiştir ki, buna vâkıf olan insanların kendilerinden geçmeleri ve bayılmaları söz konusudur.
“Ayrıca DUHÂ Suresindeki üslub, psikolojik açıdan bir hususiyet arzetmektedir. Mesela, orada Efendimiz (S.A.S.) teselli edilirken, önce KUŞLUK vaktine yemin edilmiş. Ardından geceye kasem edilerek söze başlanılmış. İşte bu mülâhaze ile ‘VE’D-DUHÂ’ dediğinizde, -inanın- KUŞLUK VAKTİNDE güneşin şualarının, yüzünüzü - gözünüzü aydınlattığı ve sizi sevince gark ettiğini görüyor ve hissediyor gibi olursunuz. Ricâ ederim, aradan on dört asır geçmiş ve geçen bu sürede KUR’AN, onca ülfet ve ünsiyet ağına takılmış olmasına rağmen, bizim gibilere VE’D-DUHÂ derken bunu hissettiriyorsa, kimbilir o Nebiler Serveri neler hissetmiş ve neler duymuştur!.. Duyana da, Duyurana da canlar kurban. (Kur’an’dan İdrake Yansıyanlar)
Bundan 15 sene önce Roma’da PİSAİ’de master yapan bir arkadaşımız, derste oryantalist ve Kur’an’da hata arayan bir profesörün Duha Suresini okurken gözlerinin yaşardığını, “Bunda İlahî bir güzellik elbette var!” dediğini söylemişti. PİSAİ, Vatikan tarafından 1930’lu yıllarda Tunus’ta kurulmuş ve 1965’te Roma’ya taşınmıştı. 1997 Martında biz ziyaret ettiğimizde haftada 26 saat Arapça dersi ve İslamî ilimlerin öğretildiği söylenmişti. O zaman 72 tane doktora öğrencisi vardı. 2005’te Roma’ya naklinin 50. Yılını kutluyorlardı. O zaman Roma’daki Tevere Enstitümüz bu profesöre bir yemek vermişti. İsmi Maurice Bormans olan bu profesör 90 yaşındaydı ve dinçti. Yemek sırasında Kur’an-ı Kerim üzerinde sohbet ediyorduk. Yüksek sesle Zilzal Suresi başta olarak bazı sureleri okumaya başladı. Belli ki, bir hayranlığı vardı. Pek çok profesör yetiştiren bu profesör 24 Mart 2016’da yazdığı cevabî mektubunda Tevere’deki faaliyetler için “Diyalog faaliyetlerinize devam etmenizi istirham ediyorum. Allah’ın bütün insanların arasında sevgi ve beraberlik murad ettiği düzenine uymak istemeyenlerin de kalblerini o yöne çevirmesini niyaz edelim. Dostlukla,” demişti. 26 Aralık 2017’de vefat ettiğini yeni öğrendim.
Tanzanya’nın başşehrine tayini çıkan adanmış bir ruhun, biraz âheste-revlik yapmasına karşı Kur’an-ı Kerimi açınca, karşısına “Allah, dârü’s-selâma davet ediyor.” (Yunus Suresi, 10/25) meâlindeki âyet karşısına çıkar. Hemen başşehir Dârü’s-Selâm’ın yolunu tutar. Böyle çok tevâfuklar vardır.
Muhammed Esed’in (1900-1992) Müslüman olmasına vesile olan da yine Kur’an’ın onu takip etmesidir.
Muhammed Esed bir gün Berlin metrosunda seyahat ederken gördüğü yüzlerin istisnasız hepsinin derin ve gizli bir acıyla kasılı olduğunu müşahede etti. Duyduğu sarsıntıyla bunu yanındaki Elsa'ya açtı. Elsa şaşkınlıkla "Bir cehennem azabı çekiyorlar sanki... Acaba kendileri bunun farkındalar mı?" cevabıyla onu tasdik etti. Esed bu acıları ve ıstırapları insanların gerçeksiz, inançsız ve fasılasızca refah peşinde olmalarına bağlar. Eve döndüklerinde masada açık kalmış Mushafı gördü. Kapatıp kaldırmak için uzandığında gözü Tekâsür suresine ilişti. Birden surenin o gün metroda yaşadıklarının tam bir yankısı olduğunu hissetti ve şunları düşündü: "Bütün çağlarda insanlar tamahı, açgözlülüğü tanımışlardır: ama tamah ve açgözlülük başka hiçbir çağda bugün olduğu kadar, ciğer sökücü bir hırs halinde kendini açığa vurmamıştı. ... İnsanların boyunlarına binmişti ifrit; kamçısını tam yüreklerinin başına indiriyor ve uzaklarda alayla göz kırpan yalancı hedeflere doğru dehliyordu onları. ... Ne kadar hikmetli olursa olsun bir insan, yirminci yüzyıla özgü bu acılı koşuyu kendiliğinden bilemez. Böylesine hakim bir perdeden, böylesine apaçık bir üslupla dile getiremezdi. Hayır Kur'an'da konuşan, Muhammed (S.A.V.)'in sesinden daha güçlü, daha yüksek bir sesli ve bütün zamanları aşarak ulaşıyordu insan kulağına..."
Esed, bu olaydan kısa bir süre sonra Elsa ile birlikte Müslüman olduğunu açıkladı. Böylece on dokuz yaşlarındayken görüp çoktan unutmuş olduğu bir rüya tecelli etmişti: Bu rüyada Esed, içinde bulunduğu bir metro treninin yeraltından çıktıktan sonra saplandığı sonsuz ufuklu bir batakta, az ötede çökmüş duran ve kendisini beklediğini hissettiği, yüzü örtülü kısa kollu harmanili binicisi olan bir devenin terkisine binerek, saat, gün, ay, kısaca zaman kavramını yitirecek kadar uzun bir yolculuk sonunda, yakmayan fakat kör edici parlaklıktaki bir beyaz ışığa vardığını görmüş ve tasvir edilemez ahenkteki bir sesin 'Burası Batının en uç şehri' dediğini işitmişti. Yıllar sonra, rüyasındaki binicinin Hz. Peygamber, ışığın kavuştuğu, işittiği sözlerin ise Batıdaki hayatının sona ereceğinin habercisi olduğu tefsiriyle karşılaşacaktır.
Hocaefendi devamla diyor ki: “Eğer gerçekten bir insanın ilimden nasibi varsa, onun beyin, ruh ve vicdanının hakikate uyanmış olmasının ölçüsü şudur: Böyle biri ilmî derinliği nisbetinde asla Kur’an’dan doymaz. Kur’an’dan zevk almayanlar ya cehâlet veya ön yargı içindedirler. Cahillerin onu anlamaları sadece kendilerine ilk mektepte yapılan ilk telkinlerin tesiri ölçüsündedir. Herhangi bir ön yargı ve şartlanmışlık için de ona karşı kapalı olan ruhlara gelince, bunlar evvel-âhir ondan hiçbir şey anlamazlar. Bu arada ilimlere açık bazı kimseler de onu anlamıyorlarsa bunlar da ilmin ruhunu anlamamışlar ve taklitçilik içindeler demektir. Gerçek ulemadır ki, bunlar asla Kur’an-ı Kerim'e doymazlar.