Âsâr-ı Bediyye kitabında Muhasebe bölümünde 2 Ocak 1909’da Üstad Bediüzzaman diyor ki: “Bilinen bütün peygamberlerin Osmanlı memleketlerinden çıkması Kader-i İlahî’nin bir işareti ve bir remzidir ki, bu insanların (buharla işleyen trenleri yürüten buhar enerjisi gibi) ilerleme ve yükselmelerinin buharı din ve dindarlıktır. Bu Asya ve Rumeli Çiçekleri din ve dindarlığın ziyası ile büyüyüp gelişecektir. Binâenaleyh her bir mümin, Yüce olan Allah’ın adını yüceliğine uygun olarak anlatmakla mükelleftir. Bunun da bu zamanda en büyük sebebi maddeten ilerlemeye bağlıdır. (Geri kalmışların anlatacağı bir şey yoktur.) Böyle bir terakkiye düşman olanlara karşı herkes duruş sergilemelidir. En büyük düşman, hissedilmeyen ve içimizde bulunan düşmandır. O da üç çeşittir: Birincisi, fakirlik. İkincisi, cehâlet. Üçüncüsü, ihtilaf ve tefrikadır. Bu üç düşmana karşı savaşmakla mükellefiz. Bunlara karşı cihad etmek için üç elmas kılıncı elde etmek lâzımdı… Birincisi: Muhabbet. İkincisi, ittihad. Üçüncüsü maârif yani eğitimdir.
“Hârice karşı cihada gelince onu, İslamiyet’in yüce hakikatlerinin kesin delil ve bürhanlarına havâle edeceğiz. Bu zamanın cihadı muhabbettir yoksa korkutmak değildir. (Biz muhabbet fedaileri ve sulhu umumînin temsilcileriyiz).
“Cenab-ı Hak ‘Tecessüs etmeyin, insanları casus gibi araştırmayın’ (Hucürat Suresi, 49/12) buyururken, bu yüce âyete muhalefet ederek hafiyelerle korku salındığından, kimse hakkıyla işini yapamaz, gücünü sarf edemezdi. Aynı ayetin devamında da ‘Bazınız, bazınızın gıybetini yapmasın’ (49/12) buyurulduğu halde bu prensibe muhalefet ederek gazeteler eski hafiyeler gibi herkesin düşüncesine bir sıkıntı bir tereddüt sokmuşlardır. Ama maalesef! İfrat etmeye müsait olanlar, tefrite de müsait oluyorlar.
“Ey ulemâ size hitap ediyorum. Şöyle ki: Her zamanda resmi ulemalar, müstebit idarecileri taklit ederek, her bir âlim kendi fikrini herkese kabul ettirmekle, bir nevi istibdat yapıyordu. Şimdi, meşru meşrutiyetteyiz. Hâkim olan, tahakküm eden bir şahıs değil artık. Bilakis, meşveretin istişarenin ruhu olan umumun fikirleridir. Onun için sizin de ilimde bir nevi meşrutiyeti takip etmeniz lâzımdır. Zira istibdat, terakki ve ilerlemeden hâsıl olan güzelliği yok ederek insanları geri döndürüyor. İstibdat geleceği gerileştiriyor. Damla damla halinde iken su ayrı ayrı kaldıkça kuruyor. Ama o damlalar toplansalar, âb-ı hayat gibi bir havuz oluyorlar.
Bunu da ilave edeyim (Muhakemat risalesinde ele alındığı gibi): Sırf maneviyat (mânevî ilimler, ilerlemeler, keşifler) bir yerden öbür tarafa atlamaya benzer. İlerleme teker tekerdir, birbirine yardım tesirsizdir. Bir de bin de birdir: Ama maddiyatta birbirine yardım önemlidir. Yani büyük bir taşı kaldırmakta yardımlaşma çok işe yarar. Onun için maddi ilerlemelerde fikrî tedâvül ve yardımlaşmaya ihtiyaç vardır. Böyle makamlarda ‘Toplu olarak herkes için bir hüküm vardır ki, bu hüküm teker teker kişiler için geçerli olmaz. Yani o, topluluğa bahşedilmiş bir lütuftur. Şahıslar tek tek kalınca bu lütuftan istifade edemezler’ denilir. Avrupa bu sırra, taksîmü’l-âmâl esasına binâen o harikulade ilerleme ve gelişmeyi ve eğitimi müesseseleştirip kurmuşlar.
“Hem de efkâr-ı âmmenin meşverette, istişarede feveranı olsa, hâr u haşâk (harap, döküntü, süprüntü) makamında olan bazı bâtıl akîdeler ve dalâlet fırkalarının bid’atları ki, umum ehl-i İslamı dağıdar edip teessüfe boğmuştur. Daha çok kötülüklerin taassup veya dikkatsizlikle hâsıl olan katmerli câhilliğin hatâ ve galatlarının kaynağının beyanı ile gidererek, sâfî ve berrak İslâmî hakikatleri bütün fikirlere ve kalblere icrâ edip ulaştıracaktır.”
1909’un Mart ayında yazdığı makalede diyor ki: “Madem ki, Meşrutiyette hâkimiyet millettedir, milletin mevcudiyetini göstermek lâzımdır. Milliyetimiz de yalnız İslâmiyet’tir. Zira, Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli ve hakikatli bağları ve milliyetleri, İslâmiyet’ten başka bir şey değildir. Nasıl ki, az ihmal ile tavâif-i mülûk (bölünmüş, parçalanmış, küçük küçük devletçikler, birbirine hasım ırkî memleketciklerin) temelleri atılmakta… Ve on üç asır evvel ölmüş câhiliye asabiyet ve ırkçılığı ihyâ edilerek fitne uyarılmaktadır. Bunlar oldu ve gördük. (…)
“Şimdi istediğimiz nokta, müminlerin teveccühleri, alarm verilmişçesine uyarılmalarıdır. Umumî teveccühün tesiri inkâr edilmez. İttihad ve ittifakın hedef ve maksatlı Yüce olan Allah kelimesinin ulviyetine uygun şekilde yükseltilmesidir. Meslek ve meşrebin de kendi nefsimizle büyük cihad etmemiz ve başkalarını (güzellikleri, temsil edip yaşayarak) irşad etmektir. Bu mübarek heyetin yüzde doksan dokuz himmeti siyaset değildir. Siyasetin dışında kalan güzel ahlâk, istikamet ve sâire gibi meşru maksatlara yönelmedir. Zira bu vazifeye yönelik olan cemiyetler pek azdır, kıymet ve ehemmiyetleri ise pek çoktur. Ancak yüzde biri siyasetçileri ikaz, irşad yoluyla siyasete taalluk edecektir. Kılıçları, aklî, kesin delillerdir. Meşrebleri de, muhabbet olduğu gibi, müminler arasında kardeşlik çekirdeğinde yerleşmiş olan muhabbetin tûbâ ağacı gibi gelişip büyümesini sağlamaktadır.”
Üstad Hazretleri’nin 114 sene önce ortaya koyduğu şu tespitler üzerinde dursak ve ictimaî yaşayışımızı buna göre devam ettirsek, en güvenli ve huzurlu topluluklardan oluruz.