İslamiyette imanın temelini teşkil eden altı şart var. Bunlardan birincisi Allah’ a iman etmektir. Yani, inanırız ki, eşi benzeri olmayan Allahü Teala bütün kemal sıfatlarla vasıflanmıştır. Her türlü eksik ve kusurdan münezzehtir. Bütün alemi yoktan yaratan O’ dur. Onun kudret ve azametine denk hiç birşey yoktur. Bizleri, görüp görmediğimiz sayısız alemleri yaratan, yetiştirip besleyen ancak O’ dur. Yüce Allah’ ın hadis-i şeriflerle bildirilen ve ayetlerde bahsedilen Esma-i Hüsnası (Güzel isimleri) olduğu gibi yine Hz. Muhammed Aleyhisselamın işaret ettiği gibi bildirmediği pek çok ismi de mevcuttur. Güzel İsimlerinden bazıları: Rahman, Rahim, Hâlik, Rezzak, Hakîm, Rabb, Mübdi, Aziz, Gaffar, Tevvab, Hak, Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın, Cemil, Karîb, Mûcib, Habib, Raûf, Atûf, Marûf, Latîf, Azîm, Hannân, Mennan, Deyyan, Sübhan, Emân, Bûrhan, Sultan, Müsteân, Muhsin, Müteâl, Kerîm, Mecîd, Ferd, Vitr, Ehad, Samed, Mahmud, Ganiyy, Şâfi, Kâfi, Muâfi, Baki, Hâdi, Kâdir, Sâtir, Kahhar, Cebbar, Fettah...
Cenab-ı Hakkın 6 tane Zâti sıfatı, 8 tane Subûti sıfatı vardır.
ZATÎ SIFATLAR
Cenab-ı Hakkın zâti sıfatları: Vücûd(var olmak), Kıdem(öncesi olmamak), Bekâ(sonu olmamak), Vahdaniyet(bir olmak), Muhâlefetûn lil havadis(sonradan yaratılanlara benzememek), Kıyam bi nefsihi(Varlığı kendinden olmak; başkasının varlığına bağlı olmamak).
Bunları teker teker ele alacak olursak:
1-Vücûd: Var olmak demektir. Allahû Tealanın varlığı haktır. Onun varlığı olmasaydı hiçbir şey olmazdı. Onun varlığı hakiki varlıktır. Diğerleri O’nun yaratması ile sonradan olan varlıklardır. Onun varlığına Vâcib’ûl vücud yani varlığı zaruri olan diyoruz. Bu bakımdan varlıkları düşünürken üç şekilde ele alırız: a- Vâcib’ûl vücud (ALLAH); b- İmtina’ûl vücud yani yokluğu zarûri olan... Birden fazla ilahın yokluğu zarûridir. Çünkü, “Eğer yerde, gökte Allah’ tan başka ilahlar olsaydı, ikisi de (yer ve gök) bozulup gitmişti.” (Enbiya,21/22) Onun için Allah’ tan başka hiç ilah mevcut değildir. c- İmkân’ûl vücud yani varlığı mümkün olan... Bütün yaratıklar imkan’ûl vücud grubuna girerler.
Bu bakımdan vücud mertebeleri muhteliftir. Ve vücud alemleri ayrı ayrıdır. Onun için daha sağlam ve daha köklü vücudlar (varlıklar) kendilerinden daha hafifi ve zayıf olanlardan farklı konumlara sahip olabilirler. Yani kuvvetli bir varlığın bir zerresi kendisinden aşağı olanın bir dağı kadardır ve onu içine alır. Mesela, insan hafızasıda bir varlıktır. Onun içindeki bilgiler de Varlıktır. Fakat hafıza onlardan kuvvetlidir. Evet insanın hayatı boyunca gördükleri, işittikleri ve öğrendikleri hafızasına kaydolmuştur. O kayıtların varlığı hafızaya bağlıdır. Onun için hardal tanesi kadar hafıza kütüphaneler dolusu mâlûmatı içine alabilir. Mesela tırnak kadar bir ayna koskocaman bir şehir görüntüsünü içine alabilir. Çünkü o küçük ayna, o hayali görüntüden daha kuvvetli, sağlam ve köklü bir varlığa sahiptir. Demek ki vücud, sağlamlık ve köklülük kazandıkça kuvveti ziyadeleşir; az birşey çok hükmüne geçer. Bilhassa vücud (varlık) tam bir rüsuh (sağlamlık, köklülük)kazandıktan sonra, maddeden mücerred ise, kayıt altına girmezse, o vakit cüzi bir cilvesi, diğer hafif vücud tabakalarının çok âlemlerini çevirebilir. İşte, şu kainatın yaradanı Vacib’ül Vücuddur. Yani, Onun varlığı zâtidir, ezelidir, ebedidir, yokluğu imkansızdır ve vücud tabakalarının en köklüsü, en sağlamı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Diğer varlık tabakaları onun varlığına nispeten gayet zayıf bir gölge hükmündedir. O derece Vacib’ül vücud olan Allahın varlığı hakikatlı ve yaraftılmış olan varlıklar, o derece hafifi ve zayıftır ki, Muhyiddîn-i Arabî gibi çok ehl-i tahkik (hakikatları delilleri ile bilen alimler), diğer varlık tabakalarını, evham ve hayal derecesine indirmişler, “Lâ mevcûde îllâ hû” demişler. Yani, “Vücudu Vâcibe (varlığı zarûri olan Allahın varlığına) nispeten başka şeylere varlık denilmemeli; onlar varlık ünvanına layık değillerdir.” diye hükmetmişler. İşte, Vacib’ül Vücudun hem vâcip (zaruri) hem zâti olan kudretine karşı, mevcudatın hâdis (sonradan olan) hem ârızî vücudları ve mümkinatın (yaratıkların) hem kararsız, hem kuvvetsiz sübutları, elbette nihayet derecede kolay ve hafif gelir. Bütün ruhları, kıyamet günü mahşerde yeniden diriltip muhakeme etmek, bir baharda, belki bir bahçerde, belki bir ağaçta haşir ve neşir ettiği yaprak, çiçek ve meyveler kadar kolaydır. (20.Mektup / 2. Makam, 10. Kelime)
Vacib’ül Vücud meselesine muvâzene sırrı açısından bakacak olursak, Allah’ın Kudretinin her şeye yetmesinin bir sırrını da anlamış oluruz. Mesela, yıldızları bile tartacak büyüklükte hem de zerre kadar farkı farkedecek hassasiyette bir terazi farz edelim. Bu terazi iki cevizi de iki dağı da tartabilir. Biz bu hassas ve büyük terazinin iki kefesine istersek aynı ağırlıkta iki ceviz, istersek aynı ağırlıkta iki dağı koyup tartalım. Bunların dengelerini hep aynı kuvvetle bozabiliriz. Yani cevizlerin eşit dengesini bir kabak çekirdeğini bir kefeye bırakmakla, öbür tarafı göklere kaldırabiliriz. Demek ki, büyük küçük fark etmiyor. Aynı kabak çekirdeğini eşit iki dağdan bir tarafa koymakla onu yere öbürünü göğe kaldırabiliriz. Şimdi bu temsilden hakikata dönecek olursak: Biz varlıkların iç şekilde düşündüğümüzü ifade etmiştik.
a-Vâcib’ûl vücud yani varlığı zaruri olan Cenab’ı Hakk.
b-İmtina’ûl vücud yani yokluğu zarûri olan, birden fazla ilahın mümkün olmaması ...
c-İmkân’ûl vücud yani varlığıda yokluğu da mümkün olan. Bütün yaratılmış olan mevcudat ve mahlukat... Demek ki, yaratılmış varlıkların ne varlığı zaruri ne de yokluğu zaruri. Varlık ve yoklukları, aynı ağırlığı taşıyan terazinin kefeleri gibi eşit. Onun için imkanül vücud yaratıklar kendiliklerinden ne var olabilirler, ne de kendiliklerinden yok olabilirler. Ancak tercih edici bir kudret var veya yok edebilir. Evet onları ancak Vacib’ül Vücud (varlığı zaruri olan) Allahû Teala tercihini kullanarak var edip yok edebilir. Onun için bu hususta tercih sahibi için az-çok, büyük-küçük fark etmez. Hassas ve büyük terazinin kefelerindeki dengeleri bozmak için yapılan tercihe göre, o kefelerdekilerin büyük-küçük veya az-çok olmalarının hiçbir önemi olmadığı gibi...
Safvet Senih