*Ahmet Faik Arslantürkoğlu, Üstad Bediüzzaman’ın ziyaretine gider… Üstadın huzurunda onun isteği ile bir Kur’an okur. Kendisi hâfızdır. Üstad ona “Evladım! Sana dua ettim inşaallah çoban olursun” der. Daha sonraki bir ziyaretinde Üstad ona “Çoban oldun mu?” diye sorar… Ahmed Faik Hoca anlayamaz. Onun için şöyle cevap verir: “Efendim, bizlerde eskiden koyun vardı. Ama onları sattık!” Üstad onun bu cevabına gülüp sorar: “Şimdi ne işle meşgulsünüz?” Cevaben der ki: “Efendim ben Denizli’nin Buldan ilçesinde vaizim.” Üstad da “İşte evladım, vâiz demek ÇOBAN demektir. Çoban nasıl koyunları bir araya topluyorsa, VÂİZ de insanları HAKKA yaklaştırır ve buluşturur.” der.
*Dr. Mustafa Oruç (Ramazanoğlu), Kastamonu’da öğrenci iken şâhit olduğu Üstad Hazretleriyle ilgili bir hatırasını anlatıyor: “Günlerden Çarşamba idi. Üstad’ın arkasında namaz kılabilmek için okuldan erken çıkıp ikindi vakti ziyaretlerine gitmiştik. Üstad, bizler de yetişip arkasında namaz kılabilmek için değil, tam HUZURU BULABİLMEK için birkaç defa ‘Allahü Ekber’ derdi. Son defasında öyle bir haşmet ve haşyetle ‘Allahü Ekber’ demişti ki… Daha önce böyle bir TEKBİR işitmemiştim. Böyle bir ‘Allahü Ekber’ ile huzura varmıştı. O anda YÜKSEK GERİLİMLİ BİR ELEKTİRİĞE çarpılmış gibi olmuştu. Aynı gün Üstad Hazretlerini abdest alırken de görmüştüm. Üstad o gün bizlere farz namazlarımızı kılmamızı ciddiyetle anlatmıştı. O zamana kadar namazlarıma pek de dikkat etmiyordum açıkçası… Ama Üstad Hazretlerinin bu nasihatlarından sonra ciddiyetle namazlarımı kılmaya ve vakit kaçırmadan devam etmeye başladım.
*Mehmed Feyzi Ağabeyimiz diyor ki: “Ankara üzerinden bizleri Denizli Hapishanesine götürmüşlerdi. Bizi götüren jandarmaların nezaretinde, Hacı Bayram Camiinde namaz kılmıştık. Ben o jandarmaların nezaretinde kıldığım namazın lezzetini hiçbir zaman unutmadım. Oradaki namazın lezzetini hiçbir namazımda almamıştım.”
*Dr. Mustafa Oruç diyor ki: 1953 senesinin bahar aylarında Üstad İstanbul’a geldiğinde, İstanbul’da büyük fethin (1453) beş yüzüncü yıldönümü büyük bayram merasimleriyle kutlanmıştı. 29 Mayıs fetih günü dolayısıyla Süleymaniye Camiinde mevlüt okutmuştu. Üstad Hazretleri o mevlidi sevinçle ve memnuniyetle dinlemişti…
*Tüccardan Nazif Çelebinin arabasıyla kırlara gitmiştik. İstanbul’un Avrupa yakasında, Belgrad Ormanlarına yakın bir yerlere gitmiştik. Yanımızda bir de, yine Nur talebelerinden, Muhsin Alev Bey vardı. Üstad Hazretleri, RADYO bahsini yazdırmıştı. Orada, bir Hristiyan geldi. Herhalde bir ilim adamıydı. Üstad Hazretlerinin ellerini öptü. Üstad Hazretleri bu ecnebi adama Risale-i Nurları okumanın faziletlerinden bahsetti. “Siz, şayet okuyup istifade ederseniz iki ecir alırsınız. Birisi Hristiyan olduğunuz için, birisi de (Kur’an tefsiri) Nurları kabul ettiğiniz için. Çok kârlı çıkarsınız. O Hristiyan herhalde Bakırköy Hastanesinde çalışıyormuş. Üstad’ın yanında bir müddet kaldı ve çok nurlu ve feyizli dersler almış oldu. Bizler de çok faydalanıp feyzlendik. Hatta Muhsin Alev (Konevî) o gün çok şevklenmişti. Namaz vakti gelince, aşk ve şevk içinde ve cezbe halinde bir ezan okumuştu. Üstad da bu durumu zevkle ve tebessümle seyre dalmıştı. Daha sonraları ben de o zamanki nurlu dersleri alarak iktibas etmiş ve kendime yazmıştım.
*Mustafa Sungur Ağabeyimiz diyor ki: “Mübarek, muazzez Nur Üstadımızın, Risale-i Nur telifi, neşri, gelen gidenlerle sohbeti, ehl-i idare, ehl-i maârif ve ehl-i siyasete hakikat dersleri veren şahsiyetinden başka; Rabbi ile baş başa, O’nu zikir ve fikir ile huzur-u daimî kazanmak, iman ve marifetullahda 80 sene daima terakkiyat ile Hakkalyakîne yükselen mukaddes bir hâlini ise, bizim bu hususu anlatmaya takatimiz yetmez. Her gece istisnâsız, yalnız olarak o kudsî mazhariyetini devam ettirdi. Evet, Van’daki hayatında dahi böyle olduğunu Molla Hamid ismindeki talebesi ve hizmetkârları da defalarca beyan etmiştir.
“Üstadımızın namazı, namazdaki mazhariyeti, heybeti, huzuru ve huşûu bambaşkadır. Biz onu ifade edemeyiz. Onun namazdaki nihayetsiz tecelliyata mazhariyetinden hissettiğimiz, milyarda bir dahi olmaz. Evet bu katidir… Namaza duruşu, ilk tekbiri alışı, ellerini bağlayışı ve Cenab-ı Hakka dua ve tezellülü, Fâtiha’yı kıraati, Fâtiha’nın her bir kelimesini teker teker cümle cümle ve bütün mertebeleriyle okuyup hissetmesindeki ve dergâh-ı İlahiyeye takdim etmesindeki vüs’at, külliyet ve ulviyet bizim gibi hiç enderlerin beyanına gelemez. Hele namaz teşehhüdündeki ‘Ettehiyyatü’ deki mübarek kelimeleri Cenab-ı Hakka takdim ederken nasıl bütün kainatı, ruhunun eline alıp öylece arz etmesindeki kudsiyeti ifade edemeyiz. Yalnız bu hususlara dair, On Beşinci Şua’da ilm-i İlahî bahsinde ve diğer Risalelerde uzun izahat vardır. Onun okunması mutlaka, huzura da vesiledir. Aynı zamanda ‘Nur Âleminin Bir Anahtarı’ Risalesinde de izahlar yapılmıştır. Bu gibi eserlerden, Üstadımızın hal ve tavrından katiyen anlaşılıyordu ki, o, müstesnâ bir tecelliye mazhardır. Talebelerinde, hatta en ileri talebelerinde görünen hâller, Üstadımıza nisbetle çok cüz’î kalır. Hele geceleyin 4-5 saat meşguliyetinden sonraki dua vaktinde, kainatın mümessili, semavat ve arzın Sâhibinin arz üzerinde en nuranî bir halife-i arzı olduğu âşikar belli olurdu. Onun dış âleme taşan, insanlara kurtuluş reçetesi sunan azîm şahsiyetinden başka bir kudsî ubudiyet hali, zikir ve tefekkür hali vardır ki, herhalde Risale-i Nur hakikatlerini, bu gibi, mânevî miracı olan halinde iken taallüm ederdi.
“Üstadımız, ‘İnsan namazda iken, teşehhüd esnasında Ettehiyyâtü derken, aynı günün o vaktinde Ettehiyyatü diyen bütün mahlukatın tahiyyelerini (hayat hediyeleri olan tesbihatlarını) kendi namına, Cenab-ı Hakka takdim edebilir. Hatta biraz daha ileri gitse, bütün zamanlardaki tahiyyat ve tesbihatları da kendi namına takdim edebilir’ meâlinde buyurmuştu.”
İnşaallah bizler de bu yüksek şuura ulaşabiliriz.